23 Kasım 2012 Cuma

Balıklar


Sevgili İnci,

O yıllarda Hafız Yusuf Efendi Sokağında tek bakkal vardı. Rasim’di bakkalın adı. Pos bıyıklı, sessiz bir adamdı. Hiç gülmezdi, ama çekindiğimiz, korktuğumuz biri değildi. Mavi önlük giyerdi bakkalın içinde, önlüğünün cebinde bir tükenmez kalem taşırdı. Deftere bir şey yazacağı zaman, kalemini cebinden alır, boynuna astığı gözlüklerini takardı. Taktığı gözlük gözlerini kocaman, komik gösterirdi. Ne zaman gözlüğünü taksa gülmek isterdim, ama tutardım kendimi. Dayımdan yirmi lira harçlık aldıktan sonra Rasim Amca’nın bakkalına gidip niyet almaya başladım.

Her gün iki buçuk liraya bir niyet alıyordum. Hepsini bir seferde almaktansa, her gün deneme yapmanın bana daha çok şans getireceğine inanmıştım. Bakkala gidince balıklı saatin yerinde olup olmadığını kontrol ederdim. Niyetten ya şeker ya da sakız çıkıyordu. Bana hiç çıkmamıştı, ama top, saat, oyuncak gibi şeylerin çıkması da mümkündü. Niyetin büyük ödülü ise içinde balıkların yüzdüğü mavi kol saatiydi. Ben sadece bu saat için niyet alıyordum. Saatin içindeki iki balığın nasıl hareket ettiğini düşünüyor, balıkların nasıl bu kadar küçük ve gerçekçi yapıldığına şaşırıyordum. Balıklar suyun içinde birbirlerini kovalar gibi hareket ediyorlar, mavi yeşil sırtları parıldıyordu. Param bitene kadar niyet almaya devam ettim, saat bana çıkmadı.

Param olmasa da bakkala gitmeye devam ettim. Arada bir saati elime alıp, balıkları inceliyordum. Saati kimse çekmediği sürece umudum vardı, belki param olurdu, belki yine niyet alırdım... O ziyaretlerin birinde Rasim Amca yanıma gelip, “bir iki gün içinde çeken olmazsa, saati sana vereceğim” dedi. Müthiş sevindim, ama teşekkür edemedim. Ağzımdan zar zor “tamam” çıktı. Ertesi gün bakkala geldim, saat yerinde duruyordu. Sonraki gün de saat yerinde duruyordu. Üçüncü gün Rasim Amca onu bana verdi. Kol saatim hiç olmamıştı. Balıkları o gün yatana kadar, doya doya izledim. Geceleyin saatimi kolumdan çıkarmadan uyudum.

Ertesi gün de balıkları inceledim. Onları daha da yakından görmek istiyordum, onlara dokunmak istiyordum. Apartmanın arkasındaki bahçeye çıktım. Saatimi yere koyduktan sonra, sivri bir taşla camını kırdım. Saatin içindeki su aktı, plastik balıkların biri toprağa düştü. İki balığı da elime aldım, üzerlerindeki su yavaş yavaş süzüldü. Mavi yeşil sırtları elimde parlamıyordu. Gözleri siyah küçük bir noktayla yapılmıştı. Küçük bir çukur kazıp, balıkları toprağa gömdüm.

18 Kasım 2012 Pazar

Yeni Dil



Sevgili İnci,

Fiil çatıları var. Türkçe çok zengin diyoruz da, İngilizce de zengin oysa ve ikisinin de uzağında: bu çatıların kaçını günlük konuşmada kullanıyoruz? Azını.

Esperanto bu açıdan bir hayal kırıklığı oldu bende. Bildiğimiz İngilizce ya da Hint-Avrupa dillerine benziyor, hatta aynı. Sadece ortaklık amacı var, var olandan fazlasını sunmak gibi amacı yok.

Bir yazılım mimarının bakış açısıyla, nesnelere dayalı bir konuşma/yazma dili tasarlanmış olduğunu sanmıyorum. Bu konuda bir araştırma yapmayı çok isterim ve – eğer yoksa – böyle bir dili tasarlamak isterim. Sorun, yeni dilin sözlüğünü oluşturmak değil, yeni dilin nesnelerini ve gramerini kurabilmek. Bugüne dek düşünülmemiş, rastlanmamış yapıları bulmak.

Dil bazılarının fark ettiği ve pek çoğunun göz ardı ettiği üzere, düşüncemizi sadece yansıtmıyor, kısıtlıyor. O kadar çok konuşamadığımı, yazamadığımı hissediyorum ki... Ortalamanın üzerinde konuşup, yazabildiğimi bildiğim için, bu kısıtlanmışlık duygusunun gerçekliğine inanıyorum.

Dil büyük bir konfigürasyon verisiyle çalışan basit bir program gibi. Bilgisayarlarda tanıdığımız bu tarz programların özellikleri, yer kaplamamaları ve yavaş çalışmaları. Demek ki insan zihni konfigürasyonu depolamak ve konfigüratif verileri hızlı işlemek konusunda sorun yaşamıyor. Ama programları depolamak ve hızlı derlemek konusunda sıkıntı yaşıyor. Beyin göstergelerle kuracağı iletişimin yoğun olmasını istiyor. Genetik olarak uzun lakırdılar etmeyi sevmiyoruz. Tüm cümle kurulumları, tüm sözcük dağarı, tüm ekler, bağlaçlar, tonlama, hepsi aklımızda büyük bir konfigürasyon olarak duruyor. Birkaç gösterge ile bazen çok yoğun bilgiler iletiyoruz. Tam tersi, bunu başaramadığımız zaman, fazla söze ihtiyaç olduğunda, o kısıtlanmışlığı yaşıyoruz. 

Yazılı metinlere baktığımızda, tumturaklı söyleşin tarihte giderek azaldığını görüyoruz. 20. yüzyılın başındaki gazeteler çok şey söyleyip, az şey anlatıyorlar. 19. yüzyıl daha beter. Yazılan ilk romanları, bugün insanın okumaya sabrı yetmez. Ahmet Hamdi Tanpınar’a nur yağıyor – ben de ona sabırlı olamıyorum. İçeriği ile değil, ama laf fazlalığı ve anlam seyrekliği ile sorunum var. Bu sorun Atatürk’ün yazılı dilinde de vardır, herkeste vardı zaten, 1920 yılındaki Scientific American’da da var. Yazılı dil giderek yoğunlaştı, belki de yoğunluk sınırlarına dayandı.

Yeni bir dil tasarımına ihtiyacımız olabilir. III. Düzey bir uygarlığın dili bence İngilizce’den ya da Esperanto’dan daha iyi bir şey olmalı. İkinci bir lisans okumamın ilahi nedeni bu yeni dili yaratmak olsa, Amin derim, bir daha da müezzine eşlik etmem...



17 Kasım 2012 Cumartesi

Define


Sevgili İnci,

Ayın ilk dördünde, aynı bu geceki gibi, puslu bir havada düştük yola. Hava serindi, ama yürümeye başladıktan sonra insan hissetmiyordu soğuğu. Hacı Baba kamburu ve aksak bacağına rağmen hızlı bir tempo tutturmuştu. Bazen gerisinde kalıyor, ona yetişmek için adımlarımı hızlandırıyordum.

Hiç konuşmadan yürüdük. Eskipınar’a doğru gidiyorduk. Eskipınar’a kadar gidip gitmeyeceğimizi bilmiyordum. Nereye gittiğimizi, ne kadar yürüyeceğimizi bilmiyordum. Gece yarısından önce çıkmıştık yola. Hacı Baba "gel benimle" demişti. Ben de kalın yeleğimi giyip çıkmıştım. Define için gidiyorduk, başka bir nedeni olamazdı. Bu yüzden soracak, konuşacak bir şey yoktu. Bilmediği, belki sadece umduğu bir şeye dair bana ne anlatabilirdi? Belki bir hiç için gidiyorduk, belki Baba bu sefer turnayı gözünden vuracaktı. Eskipınar’ı geçtik. Kiğı yolunu kesip, tepelere doğru devam ettik. Bastığımız yer bazen kuru, bazen balçıktı. İlerde bir tepe kestirdim gözüme, ona kadar gidip gitmeyeceğimizi düşündüm. Tepeye kadar olan mesafeyi gözümle dörde böldüm. Yürüdükçe saydım, bir, sonra iki, sonra üç, sonra dört. Tepeyi geçtik, Azapert’e kadar gelmiş miydik? Bilmiyordum. Tanımıyordum. Baba’nın omuzları aynı hızla inip kalkıyordu. Çevremizde ayaklarımızın nemli toprağa bastığında çıkardığı ses dışında hiçbir ses, kıpırtı yoktu. Bir zaman sonra çevreme bakmamaya başladım. Baba’yı izliyordum. Sadece onun sırtını, kasketini ve elinde sallanan çuvalı görüyordum. Saatler geçti. Aklım boşaldı, sadece yürüdüm.

Hacı Baba yavaşladı. İkimiz dışında hiçbir şeyin olmadığı bir yere gelmiştik. Ne ağaç, ne çalı, hiçbir şey olmayan bir koyaktaydık. Burada toprak çok yumuşaktı, ayaklarımız iyice çamura bulanmıştı. Baba adımlarını dikkatle atarak yerde bir şeyler aradı. Sonra çömelip, elleriyle balçık toprağı eşeledi. Sonra elleriyle var gücüyle kazmaya başladı. Ben de yanına geldim, kazacak oldum. Ama yer kocaman siyah bir göz gibi açılmıştı bile... Bir obruğun üzerindeydik. Baba doğruldu, çuvaldan ip çıkardı, iple beline bir düğüm attı. "Beni aşağı sarkıt, işaret edince çek" dedi. Ben de "tamam" dedim. O gece son konuşmamız bu oldu.

Baba’yı aşağı sarkıttıktan sonra çukurun başından ayrılmadım. Ayaklarım, ellerim ayazdan üşümüştü. Sesler duyuyordum, ama aşağıda, karanlıkta ne olduğunu görmedim. Kısa bir süre sonra Baba "hoo" diye seslendi. Onu tüm gücümle çektim. Yukarı çıktığında üstü başı kat kat çamur içindeydi. O halini görünce korktum bir an, sonra ceketindeki çamurları temizlemek için yardım ettim. İpi belinden çıkardı, özenle halka yapıp, çuvalına geri koydu. Sonra önümden yürümeye başladı.

Köye geri dönüyorduk. Gece çok aydınlık değildi, ama Baba’nın vücudunun baştan ayağa parladığını görebiliyordum. Önce gözüm aldandı sandım. Tabiata ait olmayan bir ışık kaynağı gibi değildi, ama kesinlikle parlıyordu. Benim üstüm gece gibiydi, yayla gibiydi. Babanın başı, kambur sırtı, her yeri parlıyordu. Bir mezara inmiş olmalıydı Baba, kemik tozuna bulanmıştı. Çok zaman önce, çok insanın gömüldüğü büyük bir mezardan köyümüze dönüyorduk. Sabaha karşı köye vardığımızda, yorulmaktan başka bir şey geçmemişti elimize. 

Keşke Hacı Baba sağ olsaydı şimdi, yine kapımı çalıp, "gel benimle" dese, ben de hiç düşünmeden çıksaydım yola...

16 Kasım 2012 Cuma

Kağıt Havlu



Sevgili İnci,

Eve kağıt havlu ya da ıslak mendil alıyorum. Neden? Temizlik için. Güzel... Bunlara elim gittiğinde bazen o adam aklıma geliyor.

Netaş’da ar-ge’nin başında genç bir adam vardı, ünvanı direktör müydü? Adını şimdi anımsayamadım, ama yüzü gözümün önünde. Zayıf, yuvarlak gözlüklü, biraz modası geçmiş bir görüntüsü vardı. Yakışıklıydı bence. Onu gülerken hiç görmedim, hep ciddiydi. Siyah, kirpi gibi saçları vardı. Her halinden çok akıllı olduğu belliydi, saygı uyandırıyordu bende.

Netaş benim ilk iş yerim, pek çok şey benim için yeni. Neyin nasıl olduğunu öğreniyordum. Tuvaletler mesela, her daim temiz... Bir temizlik şirketinin çalışanları vızır vızır tuvalete giriyor, çıkıyor. Hep temiz tutuyorlar. İçimde şaşkınlık ve hafif bir mahcubiyet... Bu çalışanlarla yan yana geldiğimde acele ediyorum; onları kısa süre sonra tanıyorsun, ama selamlaşmıyorsun, onlar yokmuş gibi de davranamıyorsun... Daha aşınmamışım.

Tuvaletlerde "çok iyi" olan başka bir şey de kağıt havlu. Acayip lüks yani... Kağıt havluyu çekiyorsun istediğin kadar, elini kuruluyorsun. Kağıt havlu rulosu parça parça çizilmiş durumda, çekince insanın elinde bir parça kalıyor. Elimi yıkadıktan sonra kağıt havludan genelde tek bir parça çekiyordum. İsraf etmek istemiyordum. Ama tek parça da insanın elini tam kurulamıyordu, yine de tek parça ile yetinmeye özen gösteriyordum. İşe başladığım hafta içinde, bir gün ar-ge direktörü ile tuvalette rastlaştık, selamlaştık. Adamla işe başladığım gün tanıştırılmıştım, doğallıkla başka bir diyaloğum olmamıştı. Adımı hatırlamasa bile, ne iş yaptığımı, hangi okuldan geldiğimi bildiğine emindim. Belki adımı bile biliyordu. Elini yıkadıktan sonra, kağıt havlunun önüne geldi. Bir kez, iki kez, üç kez çekti havluyu. Üçüyle de aceleyle elini kuruladı. Sonra da nefret ettiği bir şeyden kurtulur gibi sert bir el hareketiyle kağıtları çöp kutusuna attı. Adam kapıdan çıkınca, ben de havlunun başına geldim, iki tane havlu çektim. Biraz hayal kırıklığına uğramıştım, "çüş" dedim içimden. Bir yandan da "oğlum, takıldığın şeye bak" diye kızdım kendime. Şehirde taşralılığı yüzüne vurulmuş acemi delikanlı gibiydim.

Yıllar sonra annemin misafir tuvaletine kağıt havlu koyduğunu görünce yine şaşırdım. Ar-ge direktörü neyse de, annemden beklemezdim bunu. Haydi annem koydu, babam nasıl müsaade etti? Zaman değişti.

15 Kasım 2012 Perşembe

Ludwig


Sevgili İnci,

Beethoven’ın babası ayyaş bir adam. Adamın küçük Ludwig’in sırtından para kazanmak dışında kayda değer bir projesi yok. O dönemde Avrupa’da müzisyen – besteci çocuklar ailelerine ciddi para kazandırabiliyordu. Küçük çocukların piyanoda zor parçaları çalmaları takdir ve hayranlıkla karşılanıyor, çocuğa ihsanlar veriliyordu. Müzikle ilgisi olmayan babası Ludwig’in yaşını olduğundan küçük göstererek bir süre şehir şehir gezmiş, ama umduğu ilgiyi bulamamış.

Beethoven tek başına yolculuk edebileceği yaşa gelince, kendini Mozart’a tanıtmak için Viyana’ya gidiyor. O zaman müziğin ve belki de sanatın başkenti Viyana... Mozart’ın konumu sağlam değil, pek parası yok, ama şöhreti büyük... Mozart’a haber veriliyor: “seni Ludwig van Beethoven adında bir çocuk görmek istiyor, çok güzel piyano çalıyormuş”. Mozart sıkılarak kabul ediyor, kendisi o sırada bir davette şov yapmakla meşgul. Ludwig içeri giriyor. Mozart, karşısında uzun boylu sıska bir delikanlı bulunca gülüyor, “yav senin neren çocuk, kocamansın sen!”. Ludwig diyor ki : “ben on yedi yaşındayım”. Mozart şaşırıyor : “üstelik yaşını göstermiyorsun, seni daha küçük sanmıştım” Mozart o tarihte otuzlu yaşlarda...

Beethoven davetlilerin meraklı sessizliği içinde piyanoda önceden hazırlandığı bir parça çalıyor. Hiç fena değil, ama Mozart kuşkuyla yaklaşıyor, delikanlının önüne daha önce görmüş olamayacağı notalar koyuyor. Ludwig zorlanmıyor, hatta emprovizasyon yapıp, devam ettiriyor müziği. Mozart çok beğeniyor delikanlıyı, davetteki züppelere “bu çocuğa dikkat edin” diyor. Sonra aralarında şu diyalogun geçtiği rivayet ediliyor:

Ludwig : Ben de sizin gibi operalar, senfoniler bestelemek istiyorum. Ne yapmalıyım?
Wolfgang : Onlar için daha erken, senin öncelikle...
Ludwig : Ama siz...
Wolfgang : Biliyorum, ben senden daha küçük yaşta o tür müzikleri bestelemiştim.
Ludwig : Evet, o zaman?
Wolfgang : Ama bir fark var. 
Ludwig : Nedir?
Wolfgang : Ben kimseye neyi nasıl yapacağımı sormamıştım.
Ludwig : Anlıyorum...

Bu diyalogun yaşanıp yaşanmadığı bilinmez tabii, ama bence Mozart’ın karakterine gayet uygun bir diyalog. 

Ludwig kesinlikle çok çalışkan bir adam, elbette çok yetenekliydi, ama “prodigy child”lığın ekmeğini yemiş biri değil. İlk yaptığı müzikle, sonuncusu arasında inanılmaz, gerçekten inanılmaz bir mesafe var. Şu açıdan bana moral veriyor: Belki ben de zaman içinde daha güzel şeyler yazarım, bir şeyler üretirim... Sırtımı verecek bir yeteneğim yok, ama azimliyim. Şu Dağlarca’nın hayal ettiği büyük kütüphanede bana ait küçük bir şey olur belki. Neden olmasın?

Bugün pek çok açıdan unutulmayacak bir gündü.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Anlatıcı


Sevgili İnci,

Beethoven Große Fuge, gerçekten büyük müzik. Gürültülü ve yorucu. Pek çoğumuzun hayatı gibi. Orasından burasından çekiştirdiğimiz, payımızı aradığımız bir değerler bütünü içinde, başımıza gelen haksızlıklara isyan ediyoruz. Fuge bir isyan içinde. O gürültü, o mücadele bitmiyor. Große Fuge’ün sonunda, o gürültünün arasında bir anda tüm müziği aydınlatan, zamanı durduran büyük bir uyum an’ı var. Bir son söz… Hatta, o an’a kadar hiçbir şey söylenmemiş ve birikmiş olan her şey bir anda söyleniyor gibi… Bu müziğin o anında senin tiyatrocuların bahsettiği katharsis midir bilmem; defalarca dinledikten sonra bile, insanın gözüne toz kaçıyor. Ne hissediyorum? Bugün, bu akşam, umutsuzluk hissettim, ölümün çok yakın olmasını hissettim ve iyilik, peygamberlerin iyiliğini hissettim, büyük bir kalp... Hepsi aynı anda var. Bu benim ölümüm mü, benim kalbim mi? Sonuçta her zaman dinlenebilecek bir müzik değil bu. Bu müziği senin elektronik ortamdan dinlememeni tercih ederim. Bunu canlı dinlemeni çok istiyorum, canlı dinlediğimizi hayal ettim. Neden? Şimdi açıklamak zor; ama sanırım anlamlı, güzel bir nedeni var. Bu müziği galiba biraz da görmek lazım. Böyle bir konser olup olmadığı takip edeceğim. Rastlamak zor olmaz.

Bazı insanlar büyük umutsuzluklar hissettiğinde bir yolculuğa çıkar ya… Sanırım boşluğa mektup yazmanın – bir yolculuk kadar olmasa da – rahatlatıcı ve avutucu bir etkisi var. Eğer birine bir şey anlatmıyorsan, anlatacak bir şeyin olmuyor. İlkel tasarımımızın kalıntısıdır herhalde, insan anlatmayacaksa, duymuyor, görmüyor da. Anlatmayınca ölüyorsun, zombi oluyorsun. O yüzden sen olmadığında, sen yanımda varmışsın ve beni dinliyormuşsun gibi, sana anlatıyorum bazı şeyleri. Yorumlarını alıyorum, genelde sessizce dinliyor, bazen takdir ediyorsun beni. Bazen, eğer yeterince havaya girmişsem, inan ki cevap verip, eleştiriyorsun. Bu tabii, olunca çok güzel oluyor. O zaman diyaloglar tekrar tekrar dönüyor. Güzel bir cümle bulunca bunun aklımda tekrarını oynatıyorum. Memnuniyet içinde… Kesinlikle acıklı ya da saçma değil, gayet güzel, tatlı bir oyun bu.


9 Haziran 2012 Cumartesi

İman Tahtası

Sevgili İnci,

babamın kalbinde ritim bozukluğu var. Zaman zaman yokluyor. Bir doktora gitmiş, ona kuvvetli bazı ilaçlar vermiş. Sonra başka bir doktor anjiyo tavsiye etmiş, bu yüzden anjiyoya girdi. Anjiyo olmadan önce, anjiyoyu duyardım, ama ne olduğunu çok bilmezdim. Ablamla telefonda konuşuyorduk. Anne - babam da ablamlardaydı. Ablama sordum, "bu nasıl bir şey, riski var mı" diye. Sonuçta sadece bir görüntüleme metodu, ne riski olabilir ki, diye düşünüyordum. ablam telefonda anlatmaya başladı : "..Valla riski %1 denir, ama biz internken Zeki Hoca vardı, o zaman profesör olmamıştı, doçentti daha. İlk anjiyoya onunla girmiştik. Zeki Hoca hastaya verdi ilacı, hastayla muhabbet ediyor. Hastanın kalbi montitore bağlı, durumu biz de takip ediyoruz. Sonra birden hastanın kalbi tuhaf tuhaf atmaya, hızlanmaya başladı. Kısa süre sonra kalp çılgınlar gibi atıyordu, bizim gözlerimiz büyüdü. Sonra Zeki Hoca sağ elini yumruk yapıp, hastanın iman tahtasına güm diye vurdu... Monitorde kalp atışlarının düzeldiğiini gördük. Hasta dedi ki: "ne oldu doktor bey, öbür tarafa gidip geldik mi?", doktor da "yok bir şey, parazit oldu" dedi ve muhabbete devam etti. Biz de donmuş yağ gibi sahneyi izliyorduk. Öyle vurmamış olsa, belki hasta yoğun bakıma gidecekti..." Ben bunu dehşet ve merakla dinledim. Sonra "babam bunları duyuyor mu" diye sordum. "Hee, önemli değil" diye gevrek gevrek yanıtladı.

Tabii ablam ciddi densizlik yapmıştı. Babamın o akşam morali bozulmuş, ruh gibi gezmeye başlamış. Sesi kısılmış, kamburu büyümüş. Cuma akşamı ilk gördüğümde de o bitkin haldeydi. Sonradan enişteyle birlikte kızdık ablama. Anjiyoda babamın hiç ağrısı sızısı olmadı, 10 dakikada bitti. Sonra babamın morali düzeldi. Akşam yatakta konuşurken sesi normale döndü. Ben de insan sağlığı için moralin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamış oldum. :)

Doktor "ufak tefek daralmalar var, ama ciddi bir şey yok" dedi. Biz de sevindik. İşlemden sonra 6 saat hastanede kalmak gerekiyordu, annemle ben kaldım. Bir ara sağolsun N ve kızım da uğradılar, geçmiş olsun dilediler. O kadar saat odada muhabbet ettik, tv seyrettik. Annemle babama dondurma aldım, ondan yedik. Hastalıklardan laf açıldı, konu sana oradan geldi. Daha önce bir vesileyle senin babanın rahatsızlığından bahsetmiştim. Annem oradan bağlantı kurdu sanırım, seni sordu, "iyi dedim". "Zayıf, sempatik" diye orada andık seni. :)

Ne olursa olsun, 75 yaşında babamı, yaşına göre çok dinç ve kuvvetli buldum. Umarım o yaşta o durumda olabilirim...

7 Haziran 2012 Perşembe

Günlük


Sevgili İnci,

Hızlanmak da iyi, yavaşlamak da... Hangisini seçmeliyim? Yavaş olduğumda bir şeyler başarabiliyorum. Hızlı olmak ise güzel galiba, çaresiz olmak, mutsuz olmak... Mutlu olmaktan bahsediyordu biri ironik tonda “evli, çocuklu, güvenli bir hayatta mutlu olmak” dedi. Tam o sırada Hatice denen kadın geldi, “evet, ben tam olarak öyleyim” dedi, insanlar gülümsedi. Hatice güzel bir kadın, mavi gözleri var. Dudağının üzerinde derin bir çizgi var. İşyerinde sağlıklı bir umursamazlık içinde. Bir de taşralı gibi yürüyor.

Ortaokulda düşünmüştüm, mutluluk nedir diye? Şudur, budur... Bunu Sokrates çok sorardı. Amacın mutluluk olduğunu kabul ederdim, ama kâni değildim buna. Kaç yıl sonra mutluluktan önemli şeyler olduğunu anladım. Bir amaç olacaksa, özgür olmak mesela çok daha önemli ve insanlar özgür olmayı mutlu olmaya tercih etmeli.

Özgürlük insanın bir hayali gerçek yapması mıdır? Herhangi bir hayal, soyut olan her şey. Bu noktada Allah’a inanıp, huzur bulan insanlar özgürdür gibi geliyor bana. İblislerle ya da cinlerle arkadaşlık edenler de özgürdür. Che Guevara özgür bir insan... İbrahim Kaypakkaya hem özgür, hem de ölümsüz. Özgürlük için savaşanlar ve zulüm görenler ölümsüz oluyor. Hazreti İsa gibi...

***

Günler birbirine müthiş benziyor. Dün ne oldu biraz düşününce buluyorum. Önceki gün ne olduğunu hiç bilmiyorum. Seninle yazışmayıp, görüşmeyince takvim algım köreldi. Ne oldu, ne zaman oldu? Yarın ne olacak? Bilmiyorum. İşleri kötü etkiliyor bu durum. Sadece o günü görüyorum. Akşam olunca akşam oluyor. Sabah olunca sabah... Allah korusun, hapishanede bulunmak böyle midir? Hapishanede tüm olumsuzlukların yanında, insanı yavaşlatan ve bu yüzden başarıya ulaştıran bir durum olmalı. Seçenek yorgunluğu yaşanmıyor en azından.

***

Öğle yemeği yiyoruz. Krallara layık bir yemek... Zeytinyağı ile pişirilmiş sıcak fasülye var. Pirinç pilavının içinde bezelye var. Salata tabağında marul yaprakları, küçük bir mercimek köftesi, mısır, domates, salatalık ve biraz da mantar. Salataya fesleğen sosu döktüm.. Ve tabii ki kıpkırmızı, güzel bir elma! Sulu elma, tatlı elma! Elmanın sapı dışında her şeyi yeme erdemine sahibim artık. Elmayı yerken, onu ağaçtan kopardığımı hayal ediyorum, sapıyla ağacın dalının birleştiği yeri hayal ediyorum. Elmanın içindeki suyun, ağacın köklerinden yukarı çıkıp meyveye dolduğunu düşünüyorum. Bunuları düşününce elmaya olan bağlılığım ve sevgim artıyor.

Tabağımdaki her şeyi bitiriyorum. Aynı masada yarım bırakılan ve atılacak yemek çok... İnsanlar bunu anlamıyorlar. Yani yediğimiz yemeğin krallara, sultanlara layık bir yemek olduğunu.. Kralların ve padişahların devrinde yenen en iyi yemekler, bugün 7 TL’ye yediğimiz yemek yanında sönük kalırdı. 15. Yüzyıldan önce, bizim bugün yediğimiz yemekleri aynı tabakta görmek bile mümkün değildi. Bu çeşitliliği sağlamak lojistik açıdan çok zordu, bazı şeyler çok pahalıydı ve bazı şeyler Avrupa’da henüz keşfedilmemişti (domates, mısır). Eskiden çeşit çok azdı, pek çok şey sadece belirli mevsimde yenirdi. Krallara layık yemek yiyoruz, bunu çatalımdaki her lokmada hissediyorum. 

25 Nisan 2012 Çarşamba

Ariadne Naksos'ta


Sevgili İnci,

Eğer bir Richard Strauss operası İstanbul’daysa, görmeden geçmek olmazdı. Yıllar önce AKM’de izlediğim Salome çok başarılı bir temsildi. Ölmeden kısa süre önce sevgili Zehra Yıldız’ı Salome’de izlemiştim.

Pozitif duygular ve beklentilerle gittiğim Ariadne auf Naxos maalesef hayal kırıklığı yarattı. Aslında şan performansı başarılıydı, orkestra şan’dan da iyiydi. Orkestra şaşırttı beni, sanırım küçük bir kadro vardı, çünkü volume güçlü değildi; ancak müzik çok temiz, parlak duyuldu. Zor pasajlarda tempo düşmedi. Alman bir şef yönetti, onun katkısı olabilir. Bunlar olanlar... Beni üzen, olmayanlar...

Broşürden bakıyorum, sahneye koyan : Mehmet Ergüven. Bu temsildeki temel eksiklik eserin sahneye hiç koyulmamış, ya da kendi kendine koyulmuş olması. Şancılar şarkı söyleme sevdasında; çoğu sahnede hiçbir jest, hiçbir oyunculuk yok. Oysa içlerinde oldukça genç insanlar var, birileri bunlara ne yapacağını söylemiyor mu? Oyunun en dramatik sahnesinde esas kadın esas erkekle karşılaşıyor, kadının hayatı değişecek, ruhu bükülecek... Ama ne oluyor, kadın (Ariadne) adamın yüzüne bile bakmadan bir arya söylüyor. Adam (Bakhos) sahnede saçma sapan geziniyor. Sahneye kimin neden girdiği, kimin neden yürüdüğü belli değil. Cepheden verilen fotoğraf her daim kötü, hesaplanmamış. Kadınla erkek karşılaşınca, bir dokunsunlar birbirine, bir elektrik olsun, bir erotizm olsun, bunlar metinde var. Ama temsilde nerede? Karakterlere hiç çalışılmamış. Zerbinetta diye bir karakter var, orjinal metinde fettan, orospu olarak konumlanabilecek bir karakter. İstanbul’daki Zerbinetta, köylü kızı gibi olmuş, daha doğrusu ne olduğu belli değil, şarkı söyleyen uzun saçlı bir kız sadece.

Bir dekor var, evlere şenlik! Broşürden bakıyorum, dekor : İsmail Dede. Dekor önce ion tarzı bir sütunla başlıyor, sonra sahneye büyük kırmızı bir lego parçası indiriyorlar. Evet, kırmızı lego, görmen lazım, anlatmak mümkün değil. Lego niye indi, belli değil, hiçbir anlamı yok... Son sahnede, sahnenin arkasındaki düz fona projeksiyondan yıldızlar yansıtılıyor. Köprünün ışıklandırılması kadar kitch, anlamsız. Ya fiziksel dekorla ilerle, ya baştan minimal kostüm – dekor yap, hep arkadaki fona yüklen! Lise öğrencisine versek, bundan iyisini yapabilir. Kostümle dekorun hiçbir uyumu yok. Dekorla metnin, eserin duygusunun bir bağı yok. Kostüm ve dekor için Ariadne’ye dair, Strauss’a dair, dünyadaki temsillere dair hiçbir araştırma yapılmamış. Sahneye koyan arkadaşta yeterli birikim ve derinlik olsa, kostüm ve dekor gayet ucuz, ancak esere bağlanan, eserin mesajını bütünleyen – genişleten hale getirilebilir. Sorun para değil, yeterince çalışılmamış olması.

Broşürden bakıyorum, devinim ve jest : Neslihan Öztürk. Bu çok önemli bir sorumluluk, ben talibim şahsen... Şarkıcılarda önemli bir sorun (belki alışkanlık) var. Durarak şarkı söylüyorlar. Öylece duruyorlar... Kol bile hareket etmiyor doğru dürüst. İyi şarkı söylemek için gerekli midir? Sanırım gerekli, ama izleyicinin uykusu geliyor. Sahne duruyor, soprano şarkısını döktürüyor. Bu döktürme işini abarttıkça, sahneyi ne kadar yapaylaştırıp, izleyiciden ne kadar uzaklaştırdıklarının farkında değiller. Şarkıcıların bazıları okudukları Almanca metnin yeterince farkında değil. İçerikte endişeli, ya da olumsuz bir şey söylüyor; ama kadın zıplıyor, gülümsüyor sahnede. Şarkı döktürüyor yine. Bunun yasaklanması lazım. Ama şarkıcının değil, oyunu sahneye koyanın kusuru bu.

Özetle, temsilden bağımsız olarak, çok parlak bir opera değil bence. Müzik orta, libretto orta. Ama yıl sanırım 1912, operanın son demleri, zamanı için oldukça modern bir kurgusu var. İçinde son derece evrensel bazı duygu ve karakterler var, bu da onu yeniden yorumlamaya çok uygun kılıyor. İstanbul’daki Ariadne ise 1912’den ileri gidemedi.


13 Nisan 2012 Cuma

Şükrü Erbaş

Sevgili İnci,

Şükrü Erbaş'ı tanırdım, iyice bir şair diye bilirdim, sosyalist bir adam... 1990'ların başında bir şiir yazmış, bunu yeni okudum: "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?". Bu şiir için suç duyurusunda bulunulmuş. Hatta, zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bir vesile ile Erbaş'ı köşke çağırıp, bu şiiri sormuş, başka şeyler yazmasını öğütlemiş. Aslında ne kadar acayip bir olay, ama gençken haberimiz olmamış... Adam uzun uzun anlatmış bu şiiri neden yazdığını, savunmuş, bir söyleşiden sonra gazetecinin teki "yani gerçekten öldürmek istiyor musunuz?" diye sormuş...




KÖYLÜLERİ NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ?


Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünmezler...
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?


Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.
Çocuklarını iyi yetiştiremezler
Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.
Birgün olsun dişlerini fırçalamaz
Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?


Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.
Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında azarlarlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?


Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
Devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
Ezim ezim ezilirler.
Enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.
Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler !..


Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?


Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.
Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sünküre sünküre
Yollara tükürürler...
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?


Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde... 

Can Sıkıntısı

Çingene kız çöp topluyor. Normalde erkekler yapıyor bu işi, ama Çingene kızlar da yapıyor. İki tekerlekli, boyundan büyük araba-sepeti var. Sokak köpekleri acımasız, iyi giyimli insanlara havlamıyorlar, sürekli çöp toplayanlara havlıyorlar. Kokudan mı acaba? Kızın yanından geçtim, kız kokmuyordu, ama belki de köpeklerin aldığı benim alamadığım bir sürü koku vardı. Çingene kızın yanında gerçekten aslan parçası bir alman kurdu var, sürekli o kızın yanında gezen bir köpek, belli. Kurt, orada bir yerleri kokluyor ve kıza yolun karşısından havlayan mahallenin köpeklerini hiç kaale almıyordu. Kız, kurda “sen de havlasana! Rezil ettin bizi!” dedi gülerek. O kadar güzel güldü ki... Ben de güldüm. Ne güzel kız...

***

Nerede bu çingenelerin erkekleri? Ne iş yaparlar, nerede çalışırlar? Bizim gibiler, hem de değiller. Bizim gibi olan kısımlarından gurur duyuyorum. Bize ait bir şeyin güzel olması insanı mutlu ediyor. Kız bana bir demet gül uzattı: “Bir tane almaz mısın abim?”. “Yok ki beni seven, kime vereyim gülü?” dedim gülerek. “Abi, seni nasıl sevmiyorlar?”

***

İnsanlara dair kütüphanem fakir. Yani işin doğrusu, tanımıyorum insanları. Yüzlerinden, tavırlarından anlamıyorum bir şey. Çocukluğumda ve sonrasında da, yüzlere fazla bakmıyordum, insanlar ne yapıyor çok ilgilenmiyordum. Bazı insanlar var, dikkatimi çekiyor, hep etraflarında ne olup bittiğini kontrol ediyorlar. Bakıyorlar, biliyorlar. Bunu eskiden ayıp bulurdum, şimdi ise biraz güzel, çokça ilginç buluyorum. Artık küçümsemiyorum bu özelliği. Çok insan görmek, çok insan tanımak, gördüğüm insanların ciğerini okumak isterdim. “İçedönük ve dışarıyı da iyi-kötü idare eden” bir yapım var. Çok insan böyle...

***

Dün bir toplantı yaptık. Şapkadan tavşan çıkarmamız gerekiyor, diye bir şey söyledim. Hedefimiz “2012 yılında şapkadan tavşan çıkarmak”; yani hep yaptığımız işleri yapmanın ötesinde, herkesi şaşırtacak bir otomasyon olsun, iyileşme olsun istiyorum... Bazı örnekler verdim. Mesela bize bir excel geliyor, excel’e göre tanımlamalar yapıyoruz. “Bir program yazın, excel’i üzerine sürükleyip bırakınca tanımı yapsın” dedim. Sunumunu yapacağımız, övüneceğimiz işler çıkaralım istiyorum. Bir süredir bunun üzerinde duruyorum. Yeni mezun capcanlı çocuklar var, önlerine gelen işleri yapıyorlar, ama ötesini sorgulamıyorlar. Oysa, çok güzel işler yapabilirler. “Dönüp baktığınızda, “her ay şu raporu yaptık, şu tanımı yaptık, bu process’i çalıştırdık, şu problemi düzelttik” deyip övünemezsiniz” gibi şeyler söyledim.

***

Ofisteki oturma yerleri ızgara düzeninde. Hiç bir disonans yok. Herkes oturuyor şu an. Kafka’nın ofisi gibi burası. Ne kadar yaşamıyoruz...

***

Kızım ile iletişim, kaliteli zaman falan deyip duruyorum. Ama ne zaman başbaşa kalsak, çok da özel şeyler paylaşamıyoruz. Giremiyorum içine bir türlü. Onu sevdiğimi biliyor, bunu hissettirdiğime inanıyorum. Bazen çok da eğlendiriyorum onu, havamdaysam, çok gülüyor bana. Bu da iyi! Ama konuşmuyor, anlatmıyor. Yapısı mı öyle, ben mi beceremiyorum?

***

Öğlen yürüyüşü vakti geldi.

23 Mart 2012 Cuma

Japon



Sevgili İnci,

Arkadaşım S. Ericsson için Japonya’da çalışıyor. Normalde Japonya’nın IT ile ilgili dışardan pek contractor aldığını sanmıyorum. Herhalde nadir bir durum... Japonya’daki iş hayatından bahsetti, sanırım ilgini çekerdi anlattıkları...

Diyelim bir migration ya da upgrade yapılacakmış, bir dokümantasyon hazırlanıyormuş, ama öyle bir dokümantasyon ki, içindeki her şey copy-paste uygulanıyor ve migration tamamlanıyormuş. Herhangi bir adımda en ufak bir hata olursa, rollback ediyorlarmış. Bir server’da bir port değişikliği yapılacakmış, normalde bilen birinin 1-2 dakikada yapabileceği bir şey. Bir process durdurulacak, bir dosyada bir port numarası değişecek, process yeniden açılacak. Bunu 1 aydır yapamıyorlarmış, çünkü bu işi yapmak için gerekli olan doküman bir türlü tamamlanamamış. Dokümanda her şey en ince ayrıntısına kadar anlatıldığı gibi, onlarca kontrol maddesi eklenmiş...

Bunlar bana ulaşamadığımız o altın elmayı hatırlattı: Dokümantasyon ve prosedürü bir işin ayrılmaz parçası olarak görmek... Yani belirli bir kalitede doküman yoksa, aslında iş de yok. Hatta işin eylem kısmı önemli değil, ama dokümantasyon kısmı önemli. Hatta bir takım support ve operasyon insanları vakitlerinin yarısını doküman hazırlayarak geçiriyorlar, diğer yarısında da problemleri takip ediyorlar. Bir kısım daha vasıfsız insanlar bu dokümanlarda yazan şeyleri uyguluyor... IT’de insanların bazen gaza gelip yapmaya çalıştıkları şey: “yaptığını yaz, yazılanı yap”. Bu motto sanırım Japon ruhuna çok uygun. Bu insanlar hata yapmaktan çok korkuyorlar. Başka birinden duymuştum, Japonların iyi İngilizce öğrenememelerinin bir nedeni, derste doğru dürüst pratik yapamamalarıymış. Öğretmen onları konuşturmak istediğinde, kimse söz almak istemiyormuş, çünkü komik görünmek istemiyorlar. Hataya yer yok...

Arkadaşıma dedim ki: “Ya böyle yapmak güzel; doğru, hata yapmazsın, iyi olur falan da, bu çok pahalı. Bunun için headcount’umuz yok...” O da şu cevabı verdi: “evet, headcount’ları daha fazla olabilir, ama onlar bu standartta durmak için acayip çalışıyorlar...” Sonra anlattı, herkes deli gibi çalışıyormuş. Mesela saat 22:00’ye toplantı koyuyorlarmış. Saat 22:00? Hem de vendor’u falan çağırıyorlar ve herkes gidiyor. Halimize şükrettim. Şahsen dokümantasyona, süreçlere falan tapmıyorum artık. Bunların eskiden sandığım kadar önemli olmadığına inanıyorum. Gerçekten önemli iş çıktılarını belirleyip, bizi onlara ulaştıracak pratik yöntemler ve basit süreçler bence daha iyi. Mesela doğru dürüst raporlanmayan mükemmel bir süreç yerine, anında raporlanabilen basit süreçler bence daha verimli. Özellikle bizimki gibi “fuzzy” ve çok sık değişen, savrulan ortamlarda orta bir yol bulmak lazım... Bu satırları yazarken bile “mükemmel dokümanlar”ın düşüncesi beni cezbediyor. O da ayrı..

S. Japonya’daki kadın erkek ilişkilerindeki sıkıntıları, erkeklerin çok çalışmaktan ötürü, kadınların ilgisini çekebilecek diyaloglara girememelerine bağladı. Ne kadar doğru bilemiyorum. Umarım bir gün yerinde görmek nasip olur...

10 Mart 2012 Cumartesi

Korgeneral

Sevgili İnci,

Balyoz Davası sürüyor. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorsundur sanırım. Kimsenin doğru dürüst bildiğini sanmıyorum. İddia şu: 2003 yılında 1. Ordu Komutanı olan Çetin Doğan ve diğer bazı komutanlar, bir darbe planı yapmışlar. Önce toplumu kargaşaya itecek bazı eylemler yapılacakmış, sonra yönetime el konulacakmış, vs. Bu belgeleri 2010 yılında ortaya çıkaranlar Taraf Gazetesi yazarları. Sonra savcılık generalleri tutukluyor...

Belgelerde ne olduğunu, hakikaten böyle bir şey tasarlanıp tasarlanmadığını bilmiyoruz. Türkiye'nin adaleti delil olmadan insanları yıllarca hapiste tuttuğu, hatta emniyette delil imal ettiği için; böyle planlar gerçekten tasarlanmış olsa bile, insan kuşkuyla yaklaşıyor.

Tutuklananlardan biri emekli korgeneral Ayhan Taş. Ayhan Taş, dün mahkemede kendi yazdığı şiiri okumuş:

"Sayın başkan, sayın heyet,
Var olacak sizlerle adalet,
Unutmayın bitecek bir gün bu sadaret
Doğru kararlarınızla gelecek saadet,
Dinlediniz tüm tanıkların sesini,
Dinlettiniz seminerin tüm kasedini,
Saşırmadan tanıdınız komutanların sesini.
Herkes diyor ki, bir şanlı ordu var,
Düşmanıyla harbeden.
Yok kimsenin haberi,
Düşmanımın uydurduğu darbeden.
Bu dava hukuk içinde bir cerehat,
Tüm heyetten isteğimiz asil bir beraat."

Okuyunca tuhaf oldum, biraz acıdım, biraz üzüldüm. Türkiye'de asker son elli yıldır hep haddini aştı, hep yapmaması gereken şeyler yaptı, belki memleketin iyiliğini istedi ama boyunu aşan yetkiler edinmeye alıştı. Eski durumdan, yeni duruma türbülans ve adaletsizliklerle geçiyoruz. Konu hakkında bir şey bilmiyorum, ama bu generalin hali, tavrı darbe planlamış birine hiç benzemiyor bence.

Topçu ve Füze Okulu Dönem birincisi olduğumda, bana diplomamı ve beyaz Seiko saatimi bu adam, Korgeneral Ayhan Taş vermişti.

2 Mart 2012 Cuma

Jeeves


Sevgili İnci,
Ben bu Dr. House’un kim olduğunu buldum. Bu bizim Jeeves’teki çocuk...
90’lı yılların başı, lisedeyim. O zaman televizyon izliyoruz ailecek. Televizyonda o dizinin saati geldiğinde hararetle geliyorum salona ve herkese “şşştt, pışşt” yapıyorum. Çünkü Jeeves başlıyor!
Bu dizinin Türkçe adı: "Sevgili Uşağım" idi, ama ben "Jeeves" derdim. O zamanlar ablamlarım, “hay Allah, yine mi bu” dediklerini hatırlıyorum, ama onlar da seyrediyorlardı, güzeldi çünkü. Nesinin güzel olduğunu sorsan şu an çok da iyi hatırlamıyorum. Ama güzeldi işte, sıradan görüntüsünün altında bir farklılığı vardı bence. O gün facebook diye bir şey olsa, gururla “like” edeceğim bir şeydi. Müziği çok güzeldi bir kere, müziğini yıllar boyu unutmadım, şu an bile ıslıkla çalabilirim. Dizinin gayet basit bir arkaplanı vardı. Wooster denen genç (Dr. House) aristokrat, babadan zengin, aylak, şapşal, iyi niyetli ve kibar bir İngiliz. Jeeves de onun uşağı. Uşak da çok nazik, ama acayip kurnaz ve piç bir adam. Her seferinde Wooster başını belaya sokar, Jeeves de onu kurtarırdı.
İnternette sorgulayınca, gördüm ki aslında Jeeves and Wooster gayet fenomen bir şeymiş. Doğallıkla seven sadece ben değilmişim, hayranı çokmuş. Sanırım o sıralar İngilizler güzel sit-com’lar yapıyorlardı, “Emret Bakanım” da  o döneme aittir herhalde... Google’da Jeeves and Wooster deyince 850.000 sonuç geliyor, wikipedia’da diziden ve karakterlerden sayfalarca bahsediliyor.
Parantez: { O dönemin şimdiden bence en belirgin farkı şuydu: her ne olursa olsun, dünyanın neresindeydik bilmiyorduk. Jeeves güzel, ama Jeeves gibi başka bir şey var mı? İnsanlar ne seviyor dünyada? Bunları bilmiyorduk, bilmek için sözlü ve yazılı bir kaynağımız da yoktu. “Ne önemi var?” denilebilir, ama sanırım bu çok mühim bir şey, yani dünyanın neresinde olduğumuzu bilmek.. Biz ilkokulda Türklerin tarih öncesinde Orta Asya’dan çıkıp, tüm dünyaya medeniyet götürdüklerini okumuştuk. Hala okutuluyorsa, bu yine dünyanın neresinde olduğumuzu bilmemekle ilgili. Şimdi bunları yutturmak biraz daha zor. “Batının ahlaksızlığı”, “Türklerin hoşgörüsü”, “İslam medeniyeti” ya da "Zülfü Livaneli'nin sanatı" gibi şeyleri yutturmak daha zor. Kocaman bir dünyanın parçasıyız, dünyanın geri kalanından daha olumsuz ve daha olumlu yönlerimizle... Daha ileri ve daha geri yönlerimizle...
Tüm dünyayı görebilmek, hissedebilmek mutluluk veriyor. Bu duyguyu eskiden genellikle tarih çalışarak gidermek isterdim. Dünya tarihini bilirsem, dünyayı bütün olarak anlayabileceğimi düşünürdüm. Bu yanlış değil, tarih çok önemli. Ama varolan durum, şu an yaşayan diğer insanlar, başka ülkelerde şu an süren yaşamlar, tarihten daha önemli. Bu bence senin bana açıkça söylemediğin, ama öğrettiğin şeylerden biri oldu. }
Jeeves’teki çocuk (Wooster) büyüdü tabii, sarsak oğlanın tekiydi, şimdi Dr. House olmuş. Jeeves ise daha tanınmış bir oyuncuydu, onu başka filmlerde de gördük: Oscar Wilde, V for Vendetta...

22 Şubat 2012 Çarşamba

Tavara

Sevgili İnci,
Uyuyordum. Kapının zilini duydum. Belli belirsiz “lilili....”, kapının telefonunun sesi... Yataktan kalktım, gözlerimi açamadım doğru dürüst. Şaşırdım, bu saatte gerçekten biri kapıyı mı çaldı, yoksa güvenlikten mi aranıyordum? Kapının deliğinde ışık vardı, meraklandım. Delikten bakınca doğru dürüst bir şey göremedim. Biri hareket etti dışarda, sanki kısa bir konuşma duydum. Sonra yaslandı kapıya, karanlık oldu. Yaşlı bir adam mıydı? Babam, yoksa annem? Bir elim kapının üst kilidinde, “kimsin” diye sordum. Cevap gelmedi. “Kimsin” diye bir daha  sordum, biraz daha yüksek bir sesle. Dışardaki ya da dışardakiler hareket ettiler, ama cevap vermediler. Eğer babamlarsa neden cevap vermiyorlardı?
Sonra düşündüm, “bu gerçek mi” diye. Bu çok rahatsız edici bir duygu... Hatırlıyor musun, o noodle yediğimiz yerde “burası neresi” diye soruyordum. O zaman hissettiğim şeyde hem çok keyfili, hem de çok endişe verici bir yan vardı. Kapının arkasında, kaybolmuşluğun o endişe kısmını yeniden yaşadım. Bu rüya mıydı, yoksa yataktan kalkıp, kapıya kadar gerçekten gelmiş miydim?
Sonra mekan büküldü, kapı eğildi. Kapının arkasından daha şiddetli gürültüler geldi. Havada bazı görüntüler vardı, hayalet gibi, ele ele tutuşmuş çocuklara benzettiğim şekiller önümden geçiyordu... O zaman uyanmadığımı anladım. Sorguladığım gerçeklik birini kızdırmış gibiydi. Sanki önceki mizansene inanmam, başka bir şeyler yapmam, kapıyı açmam, vb. gerekiyordu. Bunu yapmayınca gazaba uğramıştım. Kalkmak istedim, ama kalkamadım. Nefes almak istedim, alamadım. Tavara gelmiş, göğsümün üzerine oturmuştu. Hareket edemiyordum, uçuşan görüntüler ve kapının dışındaki sesler canımı sıkıyordu. Kalkmak için sıktım kendimi, can havliyle güçlü bir hamle yaptım.
Sonra uyandım, biraz açılmışım, biraz üşümüştüm. Kapşonu başıma geçirdim. Sol kulağım sıcak dursun istiyordum, ama bir süre sonra bunaldım, kapşonsuz uyudum.
Tavara’nın ne olduğunu bana babam söylemişti yıllar önce, ne olduğunu dün gece öğrendim. Görür görmez tanıdım onu. Bence Tavara dişiydi, yaşlı bir kadındı, ama güçlü bir kadın, bir cadı. Duygusu öyleydi...

13 Şubat 2012 Pazartesi

13 Şubat

Sevgili İnci,

13 Şubat Dünya Radyo Günün kutlu olsun! Unesco baba sonunda radyonun ne kadar harika bir şey olduğuna karar vermiş. İstanbul trafiğinde radyo olmasa, ne yapardık?

13 Şubat ayrıca, en güzel yolculuklara çıkmadan önce yapılan hazırlıkların günüymüş. Bugün göçmen kuşların Afrika'dan çıkmaya karar verdikleri, göç hazırlıklarına başladıkları gün.

13 Şubat ayrıca, geleceğe umutla bakma günüymüş. Dünyanın karanlık kuzeyinde, kışın kasveti bugün dağılmaya başlarmış. Şöyle denir:

"...Eski zamanlarda, toprağın altındaki cinler insanların kötülüklerinden, merhametsizliklerinden beslenirlerdi. Alttaki cinler, yukardaki her kötülük ve acımasızlıkla büyür, güçlenirlerdi. Yeryüzüne çıktıklarında da, insanlara biriktirdikleri haksızlıkları ve kötülükleri felaket olarak geri verirlerdi. Depremler olur, toprak kayar, kıtlıklar yaşanırdı.

Bir gün bu cinlerden üç tanesi (Yam, Kuz, Sak) aralarında anlaşıp beklemeye başlamışlar. Uzun süre yeryüzüne çıkmamışlar. O kadar çok kötülük biriktirip, o kadar güçlenmişler ki, yeryüzüne çıktıklarında, tüm dünyada sonsuza kadar sürecek bir kışı başlatmışlar. Nehirler donmuş, toprak donmuş. Kar ve tipi eksik olmamış. Hayvanlar azalmış, kabileler yiyecek bulamamışlar.

Kabilelerin önderleri, tanrılara yalvarmaktan umudu kesmişler. Dağda yaşayan demirci Tuva'yı görmeye karar vermişler. Çünkü Tuva yaşayan en bilge ve en doğru insanmış. Önderler Tuva'nın mağarasına gidince şaşırmışlar, çünkü içerisi sıcacıkmış, mağaranın içinde, hiç sönmeyen, büyük bir ateş yanıyormuş. Tuva ateşten bir kor almış ve önderlere demiş ki, "bu koru içinizde hiç kötülük yapmamış ve hep merhamet etmiş olan kimse, dışarı çıkarsın..." Önderlerin hiçbiri öne çıkmamış, ses çıkarmamışlar. Sonra Tuva, koru bir buhurdanlığa koymuş, mağarasından dışarı çıkmış ve karda yürümeye başlamış. Ovaya indiğinde bir ata binmiş, ovada at sürmüş. Yanında taşıdığı kor hiç sönmemiş. Sonra buhurdanlığı buz tutmuş nehrin üzerine bırakmış, buzu eritmiş, kor suya düşmüş, su bile kor'u söndürememiş. Sonra buhurdanlığıa toprağa gömmüş ve tüm dünya yeniden ısınmış..."

Tuva'nın kor'u havaya çıkarmasına birinci cemre diyoruz. 13 Şubat gibi oluyor. Suya sokmasına ikinci cemre diyoruz. 24 Şubat gibi oluyor. Kor'un toprağa gömülmesine de üçüncü cemre diyoruz. 10 Mart gibi oluyor. Cemre, "kor, ateş" demektir.

13 Şubat gerçekten harika bir gün!

Katok i Skripka

Sevgili İnci,

Şu son izlediğim filmden etkiledim. Tarkovski'nin üniversite mezuniyet projesiymiş bu. Böyle proje olmaz olsun... Millet şu an, 50 yıl sonra, televizyonda daha iyi bir şey izlemiyor. Filmi izlemediysen, bu mektubu okumamalısın. Mektubun sonuna kadar filmle ilgili duygu  - düşüncelerimi yazacağım.

Anlatım bildiğimiz Tarkovski’ye benziyor, o sulara dalıp gitmeler, sahneyi ele alış şekli. Kapalı, metaforlu bir anlatım. Film baştan sona metafor zaten. Silindir ve keman, birbirine en uzak (?) iki nesne. Ama içerik bildiğimiz Tarkovski değil, bu beni şaşırttı.

Basit ve zarif bir hikaye var. Bir yandan da neredeyse propaganda gördüm. Öyle zarif bir propaganda ki – inanç seviyesinde. Bu film komünizmin övgüsü ve sovyetlere olan inancı dile getiriyor. Bazıları çıkıp diyebilir ki: Tarkovski tanınmak için, yer edinmek için özellikle böyle bir şey yapmıştır. Bence pek inandırıcı olmaz, çünkü Stalin öleli sekiz yıl olmuş, ülkededeki koyu baskı ortamı dağılmış, ya da dağılmak üzere. Ayrıca bu konuda Batı’nın formülü basit olmuştur: Sovyetlerde, Sovyetleri öven her şey “baskı” sonucudur, iyi şeylerin hepsi de rejim tarafından eleştirilmiştir. Tamam, bu duruma uyan bir sürü örnek olabilir, ama gerçeklerin bu kadar köşeli olduğunu sanmıyorum.

Film 1960 yılında çekilmiş, Sovyetlerdeki halkın belki de kendine olan güveninin en üst düzeyde olduğu dönemde. Ülke sanayileşiyor, tüketim ekonomisi büyüyor. Uzay çalışmaları devam ediyor, uzaya uydu ve köpek gönderilmiş, bir yıl sonra Gagarin uzaya gidecek. Filmin çekildiği Moskova’da karanlık değil, aydınlık bir hava var. O yıllarda yönetimin insanlara hissettirmek istediği sanırım şöyle bir şeydi : “Biz Batı’dan daha iyi bir hayat yaşıyoruz – yaşayacağız. Bilimde, sporda, sanatta liderlik yapacağız. Ve bunu iyilikle, prensiplerle yapacağız (diğerleri gibi ahlaksızca değil)...” Elbette, laflarda bolca Lenin, Stalin falan var, ama bence insanlara nüfuz eden asıl duygu, geleceğin parlak olduğu ve iyi yaşayacaklarıdır. Bu duygu, tüketim ekonomisi ve Hollywood’un gelişmesiyle 1970’lerde bozuldu. 1980’de de herhalde tümüyle kayboldu. Kaldı ki, bana göre 1960 için bu film Sovyet resmi makamlarınca çok da pozitif bulunmuyordu, o yıllarda “propaganda”dan beklenti çok daha ağır, karikatür şeylerdi.

Filmde hafif klişe bir sahne var. Eski bir bina yıkılıyor. İnsanlar izliyorlar. Bina yıkıldıktan sonra, uzak arkada Stalin zamanında yapılmış büyük bir bina görülüyor. Çocuk gülüyor. Eskinin yıkılması ve yeninin yapılması ne müthiş şeydir! Güzel, ama bu Mayakovski için samimi bir duyarlıktı. Yani 1920 için. Çocuğun sahnede sürekli gülmesi bence aşırı olmuş. Gülümseyebilirdi, ya da sadece izleyebilirdi, bu daha doğal olurdu. Bu filmde genel olarak kemancı çocuktan pek emin değilim. Fazla temiz yüzlü, şişko biraz. Ama öyle mi olması gerekiyor? Belki de... Bir de çalmıyor kemanı. Çalıyor bir şeyler, biraz çalmayı biliyor, ama seslendirilen parçayı çalmıyor elbette. O yıllar için normal olabilir, ama bugünden bakınca sakil duruyor. Belki biraz daha basit bir parça seçilebilirdi.

Silindiri kullanan Sergei benim gördüğüm en baba komünistlerden biridir. Yaratılmak istenen adam buydu işte. Sana komünist kelimesi nasıl olumsuz şeyler çağrıştırıyor ve gözünün önüne nasıl tuhaf bir mahluk (!) geliyorsa, benim gözümün önüne komünist denince gelen adam net olarak Sergei’dir. Bu adam güçlü, sağlıklı, kibar (ama aşırı değil) ve açık bir adamdır.

Bir iki sahne vardı, Sergei makineyi tamir ediyor, sonra kemanın kutusunu tamir ediyor. Burada tamirin görev icabı olması ya da yardım etmek durumu tamam, ama şunu söylemek mümkün: Sergei bir şeyleri tamir etmeyi seviyor. Bu özelliği ona net bir şey kazandırmayabilir; Sergei'de bir şeyleri iyileştirmeye, geliştirmeye duyulan sevgi ve heyecan var. Haksızlığa müdahale ediyor, dışa dönük, “kendi işime bakarım” durumunda değil. Ama kemancı çocukla yürürlerken, başka bir çocuğa zorbalık eden oğlana müdahale etmiyor (çünkü bu doğru değil), hatta kemancı oğlanın dayak yemesine, üzülse de müdahale etmiyor. – ki bu da doğru. “Hayatın içindelik” var burada. Bu da komünizmin çok önemsediği bir şeydi. Prensipler önemlidir, evet, ama pratik her şeyin üstündedir. Bazı olumsuzluklar hayatın akışında yaşanmalıdır, hayat steril değildir. Aşırı strelizasyon burjuva alışkanlığıdır. Yere düşen ekmeği yememek ya da çocuğuna başka bir çocuğun vurmasına asla tahammül etmemek... Bence Sergei üzerinden bir takım eleştiriler de var. Mesela Sergei’nin silindire çocuğu bindirmesi ve yolu sürdürmesi... Bu normalde prosedüre / kitaba aykırı... Düşününce oysa, bir çocuk silindire bindi ve mutlu oldu, ne var bunda, büyütülecek bir şey yok. Sergei kendinden emin, çocuğun silindiri sürmesini çok da önemsemiyor. Bu filmi o yıl izleyen resmi makamın o sahneden rahatsız olacağını tahmin ediyorum, o yılların psikolojisi farklıydı. Sovyetler’de o yıllarda sonradan insanları canından bezdirecek bir bürokrasi palazlanıyordu. Kemancının annesine de benzer bir eleştiri var. Çocuğa sütü kaynatmadan içirmiyor, oysa sokaktaki herkes sütü olduğu gibi içiyor. İnsanlar sinemaya gitmeyi seviyor, çünkü bu eğlenceli bir şey...

Benim kalbimde hissettiğim komünizm tam da bu işte... İnsanların özgür olması, oldukları gibi olabilmeleri... İnsanların çoğu özünde barışçı, üretken ve eğlencelidir çünkü. Bu yönlerimiz çok törpülendiği, büküldüğü için görmüyoruz. Bendeki komünizm imgesi daha çok bunlarla ilgilidir. Ve evet, bu toplumu kapitalist üretim tarzıyla, tüketim ekonomisiyle sağlayamayız, vs... Ama geri kalan tüm laflar detaydır, komünizm meselesinde asıl konu bence insanların özgürlüğüdür.

Sergei’nin “müzik işçisi” lafı çocuğu kızdırıyor. Ne müthiş bir şey o! Ama bunu söylemesinden daha etkili olan, yıkık bir binanın içindeki sahne var. Çocuk rezonanstan bahsediyor. Daha iyi rezonansı bulacağı yere gidiyor. Sergei çocuğu daha iyi anlıyor, ikisi de teknik bir düzleme geliyorlar. Aslında ikisi de işçi... Çocuk o gün evde üç saat çalışırken, Sergei de aşağıda üç saat çalışıyor. Birbirine bu kadar uzak iki “iş” için de çalışmak gerekiyor, teknik bilgiler gerekiyor. Ve bu iki iş de değerli, birbirlerine bir üstünlükleri yok. İki işçi de çıkışta birlikte sinemaya gidebilir / gitmelidir. Sanatın ilham perileri ya da arınma törenleriyle ilgisi yok. Sanat yaratıcı bir çalışmadır, öncelikle çalışmadır, tekniktir, metotların uygulanmasıdır.

“Ekmekler ağaçta mı bitiyor” kısmı zirve, oraya bir şey demiyorum. O sahnede gerçekçi bir ayrıntı var. Çocuk belki ikna olmasına karşın, ekmeği yerden almıyor. “Hatasını anlayan çocuğun” yerden ekmeği alması ucuz bir görüntü olurdu. Onun yerine adam alıyor ekmeği, çocuk bir süre sonra gururdan vazgeçiyor – ki çocuklarda böyle olur genelde...

***

Silindir işçisi ve kemancı benzer şekilde yaşamayı, benzer evlerde oturmayı hakederler. Birbirlerine uzak olmayan lükslere sahip olmalıdırlar. Aynı sinemaya gidebilmeli, arkadaş olabilmelidirler. İkisinin de düşünceleri, hakları eşit değerdedir; özgür olduklarında ikisinin de iyiliği güçlüdür, dünyayı daha iyi bir yer yaparlar. Önemli olan da budur. Film tam bunları söylemiyor, ama bana bunları söyletti...

Tuhaf bir şey daha düşündüm. Sen babanın ne kadar komünist olduğunun farkında mısın? Ki benim babam da öyledir. Koşulları, çevreleri farklıydı mutlaka, ama tanıdığım kadarıyla ikisinin gençlik halleri bence Sergei'den çok da farklı değildi. :)

11 Şubat 2012 Cumartesi

Düş

Sevgili İnci,
İstanbul soğuk, ama kar eridi bugün, güneş vardı. Umarım yılışıklık olarak almazsın, fotoğrafın (şu elinde fotoğraf makinesi ile soğuktan üşümüş ve çok sevimli olduğun fotoğraf) o kadar güzel ki... Eşyaların içinde çok acayip duruyor. Bir çocuk ya da kedi yavrusu gibi, gülümsetiyor insanı...
Eşyalar çok değersiz. Neredeyse küçük burjuva bir evde büyümenin zararlarından bu. Eşyaları değerli sanıyorsun ister istemez. Bu sende yoktu hiç. Bir eşyayı çok sevsen, bayılsan da ona, bilirsin değersiz olduklarını. Ben geç anladım. Her şey sırasıyla pullarından arınınca, pek az şey kalıyor elde. Aslında çok yoksuluz, görmezden gelerek, kandırıyoruz kendimizi. O kadar yoksuluz ki, var olmamız anlamsızlığın kıyısında.
Zamanımın yarıdan fazlası mükemmelik, müşteri memnuniyeti, kalite gibi yalanlarla geçiyor. Buna dayanamak hiç sorun değil, ama gördükleri tiyatroyu gerçek sanan şapşallar iç sıkıntımı arttırıyor. Çok sevdiğim, çok önem verdiğim insanlar belli. Onların dışındakiler, aynılar. Hepsi aynı, oynanan tiyatro evrensel.
Çok canın sıkıldığında, kimseyle konuşmak istemediğin zamanlar olurdu. Merak ediyorum, o zamanlarda hissettiğin şey, neydi? İki radyo dalgası havada, birbirini nasıl anlasın?
Rüyaydı bu, oradan geldi lego meselesi. “...Ben lego adam gibi bir şeyim. İşlevlerim var, uzay gemisi gibi, acayip büyük bir şeye tutunmuşum. Bazen bir değişiklik oluyor, bir parçamı alıp elde tutuyorum, sonra başka bir yere takıyorum. Sonra uzay gemisi atıyor beni. Tüm parçalar havada düşüyor. Sonra parçaların dışındayım, izliyorum onları. Parçalar tuhaf hareketlerle havada birleşiyorlar. Çok yüksekten, onbinlerce metre yüksekten dünyaya düşüyorlar. Bu yüzden düşüş çok uzun sürüyor. Düşmenin korkutucu birdenliği ve keskinliği yok. Bisiklete binme duygusunda düşüyor parçalar. Sonra yeniden parçaların üzerindeyim, ya da onlarla birlikteyim bir şekilde. Düşüyoruz. Dünya haritasına bakıyorum, inceliyorum, sakinim...”  Yani “düş” kelimesinin hakkını veren bir düş oldu.

9 Şubat 2012 Perşembe

Lego

Sevgili İnci,
Bir saat kadar önce mektuba başladığımda kendimden bahsediyordum, bambaşka ve sevimsiz bir şey yazıyordum. Sonra “lego” kelimesi işi bozdu. Daha neşeli şeyler aklıma geldi. Diyorum ki İnci, lego büyük oyuncak... Şu ıssız blog’dan, tarihe not ediyorum : dünyada çok şey lego olacak. Kehanetim budur...  
Herkes kapitalizmin dizginlenmesini istiyor. Herkes regülasyondan, kurallardan, şemsiyelerden bahsediyor. Büyük kapitalistler, patronlar dahil, bunu istiyorlar. Time’da okumuşsundur bunları. Koca koca CEO’lar oturmuş, Warren Buffet ağzı ile konuşuyorlar, "dünya böyle devam etmemeli" falan diyorlar. Lego bu duruma uygun, yani akılcı bir kapitalizm, capitalism v2.0... Legonun parçaları ve onların tasarlanması regülasyondur. İstediğin şeyi eklemleyemiyorsun, kullanacağın parça o dünyanın kurallarına, standartlarına uygun olmalı. Lego parçasına bant yapıştırılamaz, parçalar bükülmez, yamultulamaz. Sistemin onaylamadığı bir şey bütüne eklenemez. Ama parçalar belirlendikten sonra, onların kullanımı serbest. Dünyanın beklediği değişim bence bu. Bir gün, uygarlık düzeyimiz, servis ve ürünleri oluşturan lego parçalarının küçüklüğü ve karmaşıklığı ile ölçülecek. Çok küçük lego parçaları, çok karmaşık tasarımlara gidiyor ya, dünya da öyle olacak...
Sevimsiz binanın içindeyim. Mesela Superonline var, Doğan Telekom var. Bu binaya kablo çekiyorlar. Sonra insanlara modem satıyorlar ya da ödünç veriyorlar. Sonra biz internete giriyoruz. Çeşitli tarife seçenekleri var. Her yerde, her sektörde aynı şey... Lego dünyasında bunlar çirkin modeller. Kimse binaya ayrı ayrı kablo çekmemeli, o ne israf öyle? Fiber kablo binanın demirbaşı olmalı. İnşaatçılar istedikleri üreticiden fiber alıp, şebekeye bağlantı kuracaklar. (Lego 1) Modem servis sağlayıcıdan değil, Kadıköy’den alınacak. 40 tane üreticisi var modemin, ister Türk malı, ister Çin malı. (Lego 2) Sonra servis sağlayıcı seçeceğiz, diyelim Superonline’ı seçtik. (Lego 3) Her servis sağlayıcı standart her modem ve standart fiber altyapı ile çalışacak. Normalde bir sürü  tarife var. Bu kadar çok seçeneğe gerçekte tüketicilerin ihtiyacı yok. Tarifelerin hepsi regülasyonca onaylanmış pool tarifeler olacak, gayet esnek ve iyi tasarlanmış, 3-5 tarifeden fazla olmayacak. Servis sağlayıcı tarife pool’undaki tüm tarifeler için bir katsayı önerecek. Firmanın tek “pricing” aktivitesi bu katsayıyı belirlemek olacak. İstediğimiz tarifeyi alacağız. (Lego 4) Hatta tarifenin bir önemi de olmayacak, sistem bize otomatik olası en ucuz faturayı çıkaracak. Çok kullanan çok, az kullanan az ödeyecek, bu kadar basit. Mesela, servis sağlayıcıya bir arkadaşını getiren, ücretsiz bir şey kazanmayacak. Bu tarz modellerden bıkmadık mı artık? Bunların tüm sürece, tüm endüstriye ne faydası var?
Sonuçta ne olacak? İnsanlar kolayca, özgürce internet servisi alabilecek. Her şey özel teşebbüs marifeti ve regülasyon şemsiyesi ile olacak. Aslında hiçbir inovasyona ve yarara dönüşmeyen aktiviteler önlenecek. DSL servis sağlayıcının marketing ve advertising aktiviteleri gibi. Bir ürünü alırken, onun reklam masraflarını neden ödeyelim ki? Bundan daha mantıksız ne olabilir?
“Bu modelde servis sağlayıcı olmak hiç karlı olmaz” diyebilirsin. Ama olmasın zaten... DSL servis sağlayıcılık çok karlı bir iş olmamalı, basit bir iş bu. İnovatif bir iş değil. Küçük oyuncuların dahil olabileceği, çok rekabetçi, az karlı bir iş olmalı. DSL servis sağlayıcı, bir takım içerik servisleri sunabilir. Bir içerik kütüphanesi kurup, bizi o kütüphaneye eriştirebilir. Bunlar güzel şeyler, oralarda farklılık yaratabiliyorsa, yaratsınlar..
Düşünsene, GSM şirketlerinin marketing’inde yüzlerce kravatlı, topuklu ayakkabılı şahsiyet var. Telefon faturalarında neden onların da parasını ödüyoruz ki? Telefonla konuşalım, sistem o operatörde konuşabileceğimiz en uygun fiyatı belirleyip faturayı bassın. Aylık 250 MB interneti 6 TL’ye satıyorlar, ama müşteri o paketi almazsa 500 TL fatura çıkarıyorlar. Bu çok saçma. Telekom şirketleri, genele hiçbir fayda sağlamayan marketing aktiviteleri yerine, yeni teknolojilere ve yeni içeriklere yatırım yapmalıdır. Bunu teşvik edecek bir altyapıyı da regülasyon oluşturmalı. Ve evet, bu bence gayet serbest bir piyasa olur, ama oynanacak lego parçalarını baştan seçmeliyiz. Kullanışlı, başka parçaların eklenmesine müsaade eden, güzel, dayanıklı parçalarımız olmalı. Bu tarz yapılanma rekabeti öldürmez, ama rekabeti yaratıcılığa ve yeni teknolojilere itecek. Yaratıcı ve yenilikçi olmayanın rekabet edecek bir numarası olmayacak...

7 Şubat 2012 Salı

Beşiktaş


Sevgili İnci,

Köpek çok yaşlı... Köpeklerin yaşlı oldukları gözlerinden anlaşılıyor. Tam insanlarınki gibi değil, ama kedilerin, köpeklerin yüzlerinde de kırışıklıklar oluyor. Kocaman, çok güzel bir köpek...

Beşiktaş sokakları. Akşamın geç saatlerinde delikanlılar, serseriler dışarda. Yağmur yağıyor, çok sevdiğim bir yağmur bu, su birikintileri var. Su birikintilerine damlaların düşmesini izlemek beni mutlu ediyor.
Kötü bir fotoğraf, telefonla bu kadar oldu. Bir apartmanın önüne battaniye sermişler. Neden? Yanına yaklaştım, sevdim onu. Bana çok iltifat etmedi, ama sevdirdi kendini. Köpek titriyordu. Şaşırdım. Kocaman, yağlı bir hayvandı bu. Hava o kadar da soğuk değil. Üzüldüm. Hasta olmalıydı, ya da başka bir şey... Bunu bilen, seven biri oraya battaniyeyi sermiş olmalıydı. Ben bu fotoğrafı senin için çektikten beş on saniye sonra, bir delikanlı benim akıl edemediğimi yaptı. Geldi köpeğin yanına, battaniyenin yerdeki kısmını onun üzerine örttü. Sonra gayet doğal, sokağa döndü, serseliğine devam etti. Yürüdüm, biraz ilerde yerde köpek maması gördüm. Esnaf, ya da gençler, bu hayvanı seviyor, yaşatmak istiyordu. Su birikintilerine basa basa, yavaş yavaş yürüdüm. İlkgençliğimde de böyle yürürdüm akşamın gecinde. Aksaray'dayken. Annemi özledim. Bugün konuştum anacığımla, iyiler...