Sevgili İnci,
Şu son izlediğim filmden etkiledim. Tarkovski'nin üniversite mezuniyet projesiymiş bu. Böyle proje olmaz olsun... Millet şu an, 50 yıl sonra, televizyonda daha iyi bir şey izlemiyor. Filmi izlemediysen, bu mektubu okumamalısın. Mektubun sonuna kadar filmle ilgili duygu - düşüncelerimi yazacağım.
Anlatım bildiğimiz Tarkovski’ye benziyor, o sulara dalıp gitmeler, sahneyi ele alış şekli. Kapalı, metaforlu bir anlatım. Film baştan sona metafor zaten. Silindir ve keman, birbirine en uzak (?) iki nesne. Ama içerik bildiğimiz Tarkovski değil, bu beni şaşırttı.
Basit ve zarif bir hikaye var. Bir yandan da neredeyse propaganda gördüm. Öyle zarif bir propaganda ki – inanç seviyesinde. Bu film komünizmin övgüsü ve sovyetlere olan inancı dile getiriyor. Bazıları çıkıp diyebilir ki: Tarkovski tanınmak için, yer edinmek için özellikle böyle bir şey yapmıştır. Bence pek inandırıcı olmaz, çünkü Stalin öleli sekiz yıl olmuş, ülkededeki koyu baskı ortamı dağılmış, ya da dağılmak üzere. Ayrıca bu konuda Batı’nın formülü basit olmuştur: Sovyetlerde, Sovyetleri öven her şey “baskı” sonucudur, iyi şeylerin hepsi de rejim tarafından eleştirilmiştir. Tamam, bu duruma uyan bir sürü örnek olabilir, ama gerçeklerin bu kadar köşeli olduğunu sanmıyorum.
Film 1960 yılında çekilmiş, Sovyetlerdeki halkın belki de kendine olan güveninin en üst düzeyde olduğu dönemde. Ülke sanayileşiyor, tüketim ekonomisi büyüyor. Uzay çalışmaları devam ediyor, uzaya uydu ve köpek gönderilmiş, bir yıl sonra Gagarin uzaya gidecek. Filmin çekildiği Moskova’da karanlık değil, aydınlık bir hava var. O yıllarda yönetimin insanlara hissettirmek istediği sanırım şöyle bir şeydi : “Biz Batı’dan daha iyi bir hayat yaşıyoruz – yaşayacağız. Bilimde, sporda, sanatta liderlik yapacağız. Ve bunu iyilikle, prensiplerle yapacağız (diğerleri gibi ahlaksızca değil)...” Elbette, laflarda bolca Lenin, Stalin falan var, ama bence insanlara nüfuz eden asıl duygu, geleceğin parlak olduğu ve iyi yaşayacaklarıdır. Bu duygu, tüketim ekonomisi ve Hollywood’un gelişmesiyle 1970’lerde bozuldu. 1980’de de herhalde tümüyle kayboldu. Kaldı ki, bana göre 1960 için bu film Sovyet resmi makamlarınca çok da pozitif bulunmuyordu, o yıllarda “propaganda”dan beklenti çok daha ağır, karikatür şeylerdi.
Filmde hafif klişe bir sahne var. Eski bir bina yıkılıyor. İnsanlar izliyorlar. Bina yıkıldıktan sonra, uzak arkada Stalin zamanında yapılmış büyük bir bina görülüyor. Çocuk gülüyor. Eskinin yıkılması ve yeninin yapılması ne müthiş şeydir! Güzel, ama bu Mayakovski için samimi bir duyarlıktı. Yani 1920 için. Çocuğun sahnede sürekli gülmesi bence aşırı olmuş. Gülümseyebilirdi, ya da sadece izleyebilirdi, bu daha doğal olurdu. Bu filmde genel olarak kemancı çocuktan pek emin değilim. Fazla temiz yüzlü, şişko biraz. Ama öyle mi olması gerekiyor? Belki de... Bir de çalmıyor kemanı. Çalıyor bir şeyler, biraz çalmayı biliyor, ama seslendirilen parçayı çalmıyor elbette. O yıllar için normal olabilir, ama bugünden bakınca sakil duruyor. Belki biraz daha basit bir parça seçilebilirdi.
Silindiri kullanan Sergei benim gördüğüm en baba komünistlerden biridir. Yaratılmak istenen adam buydu işte. Sana komünist kelimesi nasıl olumsuz şeyler çağrıştırıyor ve gözünün önüne nasıl tuhaf bir mahluk (!) geliyorsa, benim gözümün önüne komünist denince gelen adam net olarak Sergei’dir. Bu adam güçlü, sağlıklı, kibar (ama aşırı değil) ve açık bir adamdır.
Bir iki sahne vardı, Sergei makineyi tamir ediyor, sonra kemanın kutusunu tamir ediyor. Burada tamirin görev icabı olması ya da yardım etmek durumu tamam, ama şunu söylemek mümkün: Sergei bir şeyleri tamir etmeyi seviyor. Bu özelliği ona net bir şey kazandırmayabilir; Sergei'de bir şeyleri iyileştirmeye, geliştirmeye duyulan sevgi ve heyecan var. Haksızlığa müdahale ediyor, dışa dönük, “kendi işime bakarım” durumunda değil. Ama kemancı çocukla yürürlerken, başka bir çocuğa zorbalık eden oğlana müdahale etmiyor (çünkü bu doğru değil), hatta kemancı oğlanın dayak yemesine, üzülse de müdahale etmiyor. – ki bu da doğru. “Hayatın içindelik” var burada. Bu da komünizmin çok önemsediği bir şeydi. Prensipler önemlidir, evet, ama pratik her şeyin üstündedir. Bazı olumsuzluklar hayatın akışında yaşanmalıdır, hayat steril değildir. Aşırı strelizasyon burjuva alışkanlığıdır. Yere düşen ekmeği yememek ya da çocuğuna başka bir çocuğun vurmasına asla tahammül etmemek... Bence Sergei üzerinden bir takım eleştiriler de var. Mesela Sergei’nin silindire çocuğu bindirmesi ve yolu sürdürmesi... Bu normalde prosedüre / kitaba aykırı... Düşününce oysa, bir çocuk silindire bindi ve mutlu oldu, ne var bunda, büyütülecek bir şey yok. Sergei kendinden emin, çocuğun silindiri sürmesini çok da önemsemiyor. Bu filmi o yıl izleyen resmi makamın o sahneden rahatsız olacağını tahmin ediyorum, o yılların psikolojisi farklıydı. Sovyetler’de o yıllarda sonradan insanları canından bezdirecek bir bürokrasi palazlanıyordu. Kemancının annesine de benzer bir eleştiri var. Çocuğa sütü kaynatmadan içirmiyor, oysa sokaktaki herkes sütü olduğu gibi içiyor. İnsanlar sinemaya gitmeyi seviyor, çünkü bu eğlenceli bir şey...
Benim kalbimde hissettiğim komünizm tam da bu işte... İnsanların özgür olması, oldukları gibi olabilmeleri... İnsanların çoğu özünde barışçı, üretken ve eğlencelidir çünkü. Bu yönlerimiz çok törpülendiği, büküldüğü için görmüyoruz. Bendeki komünizm imgesi daha çok bunlarla ilgilidir. Ve evet, bu toplumu kapitalist üretim tarzıyla, tüketim ekonomisiyle sağlayamayız, vs... Ama geri kalan tüm laflar detaydır, komünizm meselesinde asıl konu bence insanların özgürlüğüdür.
Sergei’nin “müzik işçisi” lafı çocuğu kızdırıyor. Ne müthiş bir şey o! Ama bunu söylemesinden daha etkili olan, yıkık bir binanın içindeki sahne var. Çocuk rezonanstan bahsediyor. Daha iyi rezonansı bulacağı yere gidiyor. Sergei çocuğu daha iyi anlıyor, ikisi de teknik bir düzleme geliyorlar. Aslında ikisi de işçi... Çocuk o gün evde üç saat çalışırken, Sergei de aşağıda üç saat çalışıyor. Birbirine bu kadar uzak iki “iş” için de çalışmak gerekiyor, teknik bilgiler gerekiyor. Ve bu iki iş de değerli, birbirlerine bir üstünlükleri yok. İki işçi de çıkışta birlikte sinemaya gidebilir / gitmelidir. Sanatın ilham perileri ya da arınma törenleriyle ilgisi yok. Sanat yaratıcı bir çalışmadır, öncelikle çalışmadır, tekniktir, metotların uygulanmasıdır.
“Ekmekler ağaçta mı bitiyor” kısmı zirve, oraya bir şey demiyorum. O sahnede gerçekçi bir ayrıntı var. Çocuk belki ikna olmasına karşın, ekmeği yerden almıyor. “Hatasını anlayan çocuğun” yerden ekmeği alması ucuz bir görüntü olurdu. Onun yerine adam alıyor ekmeği, çocuk bir süre sonra gururdan vazgeçiyor – ki çocuklarda böyle olur genelde...
***
Silindir işçisi ve kemancı benzer şekilde yaşamayı, benzer evlerde oturmayı hakederler. Birbirlerine uzak olmayan lükslere sahip olmalıdırlar. Aynı sinemaya gidebilmeli, arkadaş olabilmelidirler. İkisinin de düşünceleri, hakları eşit değerdedir; özgür olduklarında ikisinin de iyiliği güçlüdür, dünyayı daha iyi bir yer yaparlar. Önemli olan da budur. Film tam bunları söylemiyor, ama bana bunları söyletti...
Tuhaf bir şey daha düşündüm. Sen babanın ne kadar komünist olduğunun farkında mısın? Ki benim babam da öyledir. Koşulları, çevreleri farklıydı mutlaka, ama tanıdığım kadarıyla ikisinin gençlik halleri bence Sergei'den çok da farklı değildi. :)