17 Kasım 2012 Cumartesi

Define


Sevgili İnci,

Ayın ilk dördünde, aynı bu geceki gibi, puslu bir havada düştük yola. Hava serindi, ama yürümeye başladıktan sonra insan hissetmiyordu soğuğu. Hacı Baba kamburu ve aksak bacağına rağmen hızlı bir tempo tutturmuştu. Bazen gerisinde kalıyor, ona yetişmek için adımlarımı hızlandırıyordum.

Hiç konuşmadan yürüdük. Eskipınar’a doğru gidiyorduk. Eskipınar’a kadar gidip gitmeyeceğimizi bilmiyordum. Nereye gittiğimizi, ne kadar yürüyeceğimizi bilmiyordum. Gece yarısından önce çıkmıştık yola. Hacı Baba "gel benimle" demişti. Ben de kalın yeleğimi giyip çıkmıştım. Define için gidiyorduk, başka bir nedeni olamazdı. Bu yüzden soracak, konuşacak bir şey yoktu. Bilmediği, belki sadece umduğu bir şeye dair bana ne anlatabilirdi? Belki bir hiç için gidiyorduk, belki Baba bu sefer turnayı gözünden vuracaktı. Eskipınar’ı geçtik. Kiğı yolunu kesip, tepelere doğru devam ettik. Bastığımız yer bazen kuru, bazen balçıktı. İlerde bir tepe kestirdim gözüme, ona kadar gidip gitmeyeceğimizi düşündüm. Tepeye kadar olan mesafeyi gözümle dörde böldüm. Yürüdükçe saydım, bir, sonra iki, sonra üç, sonra dört. Tepeyi geçtik, Azapert’e kadar gelmiş miydik? Bilmiyordum. Tanımıyordum. Baba’nın omuzları aynı hızla inip kalkıyordu. Çevremizde ayaklarımızın nemli toprağa bastığında çıkardığı ses dışında hiçbir ses, kıpırtı yoktu. Bir zaman sonra çevreme bakmamaya başladım. Baba’yı izliyordum. Sadece onun sırtını, kasketini ve elinde sallanan çuvalı görüyordum. Saatler geçti. Aklım boşaldı, sadece yürüdüm.

Hacı Baba yavaşladı. İkimiz dışında hiçbir şeyin olmadığı bir yere gelmiştik. Ne ağaç, ne çalı, hiçbir şey olmayan bir koyaktaydık. Burada toprak çok yumuşaktı, ayaklarımız iyice çamura bulanmıştı. Baba adımlarını dikkatle atarak yerde bir şeyler aradı. Sonra çömelip, elleriyle balçık toprağı eşeledi. Sonra elleriyle var gücüyle kazmaya başladı. Ben de yanına geldim, kazacak oldum. Ama yer kocaman siyah bir göz gibi açılmıştı bile... Bir obruğun üzerindeydik. Baba doğruldu, çuvaldan ip çıkardı, iple beline bir düğüm attı. "Beni aşağı sarkıt, işaret edince çek" dedi. Ben de "tamam" dedim. O gece son konuşmamız bu oldu.

Baba’yı aşağı sarkıttıktan sonra çukurun başından ayrılmadım. Ayaklarım, ellerim ayazdan üşümüştü. Sesler duyuyordum, ama aşağıda, karanlıkta ne olduğunu görmedim. Kısa bir süre sonra Baba "hoo" diye seslendi. Onu tüm gücümle çektim. Yukarı çıktığında üstü başı kat kat çamur içindeydi. O halini görünce korktum bir an, sonra ceketindeki çamurları temizlemek için yardım ettim. İpi belinden çıkardı, özenle halka yapıp, çuvalına geri koydu. Sonra önümden yürümeye başladı.

Köye geri dönüyorduk. Gece çok aydınlık değildi, ama Baba’nın vücudunun baştan ayağa parladığını görebiliyordum. Önce gözüm aldandı sandım. Tabiata ait olmayan bir ışık kaynağı gibi değildi, ama kesinlikle parlıyordu. Benim üstüm gece gibiydi, yayla gibiydi. Babanın başı, kambur sırtı, her yeri parlıyordu. Bir mezara inmiş olmalıydı Baba, kemik tozuna bulanmıştı. Çok zaman önce, çok insanın gömüldüğü büyük bir mezardan köyümüze dönüyorduk. Sabaha karşı köye vardığımızda, yorulmaktan başka bir şey geçmemişti elimize. 

Keşke Hacı Baba sağ olsaydı şimdi, yine kapımı çalıp, "gel benimle" dese, ben de hiç düşünmeden çıksaydım yola...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder