28 Aralık 2013 Cumartesi

Hindi

Sevgili İnci,

Los Angeles'daki dünyanın en güzel kitabevinden aldığım kullanılmış bir şiir kitabı vardı. Belirli temalara göre derlenmiş, 90'lı yılların Amerikan şiirleri.. Kitabı okudum, New Yorker'dan tahmin ettiğim gibi, Amerikan şiiri bize göre hayli çocuksu ve basit. Amerikan yurttaşı olsam, İngilizce şiir yazabilirdim bence.
Kitabın içinde belli ki bir öğrencinin aldığı notları da buldum, bazı şiirlerin yanına sorular sormuş, açıklamalar yazmış. Diyebilirim ki, her zaman (iyi) kullanılmış bir kitabı okumak, yeni bir kitabı okumaktan daha güzel.

William Cook'a ait bir şiiri hikayesi ve esprisi nedeniyle burada yazmak istedim - ki internet'te yok, onu arayanlar buradan bulsun.


HISTORY

Ben Franklin opposed the eagle
As our national symbol
For he insisted on our need
To make our definition
In an image for more flattering
We cannot know our nation
Through this
Disgraceful thief
Who bloats
On food he filches
Robbing smaller birds
Who gather and are dutiful.

Afraid that character
Might troop in imitation
Of such a symbol
And we become a true
Rapacious nation
Parasite upon the world
And justified by strength
Franklin proposed
An alternate
More apt and optimistic
He proffered us
The turkey
Wily, jive and wise.


Naçizane çevirisi:


TARİH

Kartalın ulusal simge olmasına 
karşıydı Ben Franklin
Daha övülecek bir hayvan 
bulmamızda ısrar etti.
Sorumluluk sahibi 
küçük kuşların kısmetini çalan
rezil bir hırsızla mı 
tanınacaktı ülkemiz?

Korktuğu başımıza geldi.
Gücüyle, dünya üzerinde 
asalaklık yapan
Zorba bir ülke olduk.

Franklin başka bir seçenek önermişti
Daha akıllıca ve daha iyimser
Hindi demişti
Cingöz, neşeli ve bilge hindi...

1 Aralık 2013 Pazar

Babaannem ve Ahmet

- Ahmet dediğiniz hani yanakları kırmızı olan, hep gülen adam mı?
- Evet evet o.
- İçer miydi o adam, o yüzden mi kırmızıydı?
- Ya içerdi belki, ama içkiden değil, esrardan öyleydi. Sürekli sarardı, içerdi. Babaannene derdi ki, "abaka, gel seni de dumanaltı yapalım mı?" Gülerdi hep. Babaannen sevmezdi o adamı.
- Neden, esrar içtiği için?
- Yok, onun hikayesi başka. Bazı geceler babaannen yalnız, sabahın karanlığında kapısı çalınmış köyde. Babaannen de Ahmet'ten bildi bunu, o yüzden kızgındı. Ahmet çalmış da olabilir, ama kötü bir şey yapacağından değil, şaka yapmış olabilir, belki o yapmadı, bilmiyorum. Babaannen iki gece kapı çalınınca, üçüncü gece yatağa girmemiş, tabancasını doldurup, takmış beline. Alt katta beklemiş, uyumamış. Eğer kapı çalınırsa, açacak kapıyı vuracak adamı... Neyse, beklemiş beklemiş gelen giden yok. Sonra yatmış. Ertesi gün yine beklemeye niyetlenmiş. Ama her gün her gün beklemesine imkan yok. Sonra aklına gelmiş, aramış polisi. Demiş ki, "yavrum, ben İzzet Bey'in evinden arıyorum, oradaki abakayım (büyük nine). Gece biri geliyor, kapımı vuriyor. Ben şimdi onu bekliyorum, gelirse furacağum oni, haberiniz olsun." Polis de demiş ki, "teyze sen kapıyı kilitle, yukarda yat, eğer kapı çalarsa bizi ara, biz gelip furacağuz oni, sen hiç sıkma canını..."

Yıllar geçti, babaaannen İstanbul'da Aksaray'daki 3 numarada kalıyor. Bir gün Ahmet gelmiş İstanbul'a. O sırada misafir var herhalde, kapı aralıkmış. Ahmet seslenmiş: "Abakaaa, cireyum mi, iznin var mı?". Babaannem sesinden tanımış, hemen cevabı yapıştırmış: "Gel oğlum, Berlin duvarı bile yıkıldı, gel..."

27 Eylül 2013 Cuma

Dünyanın En Güzel Kitapçısı

Sevgili İnci,

Los Angeles için güzel bir şehir demek oldukça zor. Nesi güzel, Hollywood'u mu? Amerika'da iki şehir gördüm, dağarcığım geniş değil, ama San Francisco LA'den bariz daha güzeldi. Hem içindeki insanlar, hem doğa, hem de şehrin genel yapısı açısından daha iyiydi. Öte yandan, LA'de dünyanın en güzel kitapçısını buldum - ki oldukça meşhur bir yermiş burası : The Last Bookstore. http://lastbookstorela.com/

Otelden çıkıp, çevreyi keşfetmeye çalışırken önünden geçtim buranın, girdiğimde inanamadım. Fotoğraflar benden daha iyi anlatacaktır. Fotoğrafların hepsini üst kattan çektim. Üst katta daha çok bilimkurgu - fantezi kitapları var. Yine üst katta demir parmaklıklı bir kapıdan girilen bir oda var, odanın için polisiye kitaplar... Bu tarz ufak tefek temalar da yapılmış. Zemindeki sahne gibi yerde söyleşi-panel tipi bir şey yapıldı. Edebiyat seven insanlar burada toplanıyor belli ki.

Şu bir yenilik: Raflarda kullanılmış ve yeni kitaplar karışık duruyor, yerleşim konulara göre. Böylece herhangi bir konuda, kullanılmış ve oldukça hesaplı kitaplar bulmak mümkün. Bu mekan çok ilham verdi bana, böyle bir yer olmasını çok isterdim İstanbul'da. LA'deki ikinci akşamımda da gittim kitapçıya, çok güzel müzikler çalıyordu, ne çaldığını bilmiyordum, ama sen olsan bilirdin ve severdin diye tahmin ediyorum.





Muir Woods

Sevgili İnci,

Bizim eve National Geographic’in ilk girişi 1987 olmalı. O zaman kim alıyordu bunu? Çok büyük ihtimalle babam alıyordu ve amacı “çocukların İngilizcesi gelişsin”di. İçindeki fotoğraflara ailecek baktığımızı hatırlıyorum. O zaman Türkiye’deki herhangi bir mecmua ile kıyas kabul etmeyecek güzellikte fotoğraflar vardı. Bu önemli bir örnek olmayabilir, ama babamın yeniliğe her zaman açık oluşu, dünyada ne olup bittiğini merak etmesi çocuklarının hayatında önemli rol oynadı. Pek çok çocuğun yokken, bana Commodore tipi bir bilgisayar alan da babam olmuştu. Üstelik böyle bir şey istememiştim. Onun mantığı “bilgisayarlar yaygınlaşıyor, çocuk öğrensin” idi. Sağolsun, Allah uzun ömür versin...

Neyse, National Geographic’i evde okuyabilen bir tek M. Ablam vardı. Bazı yerleri okur, çevirirdi. Ben de İngilizce biliyordum, ama bana yazılar ağır geliyordu. Zaten – biliyorsun – tumturaklı bir dili var, muhtemelen anlamadığım sözcük sayısı çoğalınca sıkılıyordum. Hepimiz fotoğraflara, çizimlere bakardık. Yıllar sonra derginin Türkçesi çıktığında, sanırım pek çok kişi gibi ben de hayal kırıklığına uğramıştım. Biz NG’yi matah bir şey sanıyorduk, meğerse doğru dürüst okumadığımız için öyle hissetmişiz. Adamlar üç beş harika fotoğrafın altında en leş geyikleri çeviriyorlarmış. Amerika’da bu aptalca anlatım tarzı çok moda, çok yerleşik – sonradan çeviri non-fiction kitaplarla iyice anladım bunu. NG’deki benzer hayal kırıklığını biyolog arkadaşlarım da yaşamış, bu yüzden geçmişte “okumadan sevilmesinin” yaygın olduğunu düşünüyorum.

Neyse, üçüncü paragrafta konuya geleceğim! 80’li yılların sonlarında eve gelen NG’lerin birinin konusu dev sekoya ağaçlarıydı. Sanırım Yosemite Milli Parkı’ndan bahsediyordu, hatta kapakta Yosemite vardı diye hatırlıyorum. Amerikalıların Redwood dedikleri bu ağacın fotoğraflarını ilk defa o dergide gördüm. Çok etkilendim. O zamandan bu yana, Amerika’da görmek istediğim neredeyse tek şey o ağaçlar oldu. Yıllar geçmiş tabii, ben sekoyaların bulunduğu yeri unutmuştum, Wyoming ya da Washington eyaletleri gibi aklımda kalmış. San Francisco gezisi netleşince, ilk düşündüğüm tabii ki Oracle falan değil, ağaçlar oldu. Konferansı 2 gün eksem, trenle ağaçları görmeye gidip gelebilir miyim diye düşündüm... Sonra baktım ki, Yosemite San Francisco’ya oldukça yakın, günlük tur yapılan bir yerdeymiş. “İyi” dedim...

Yosemite kocaman bir yer, içinde bir sürü ilgi çekici yer var (şelale, kayalıklar, vadiler, vs.). Bazı turlar ağaçlara pek zaman ayırmıyormuş. Sekoyalara odaklanan bir tur buldum, internet sitesi de düzgün görünüyordu, küçük bir grupla gidiyorlarmış falan filan. “Sorularınızı mail ile sorun” demişler. Ben de yazdım, “şu tarihte geleceğim, şurada kalacağım, nasıl giderim” diye. Adamlar cevap vermedi, uyuz oldum, lakin pes etmedim içimden, şehrin içinde başka bir tur bulurum diye düşündüm.

Uçakta Japon asıllı yaşlıca bir kadının yanına oturdum. Kadının babası Hawaii’de yerleşik bir Japonmuş, kocası da John Smith tipli şişko bir adamdı. Bu çift 15 gün kadar Türkiye’yi gezmişler, çok memnun kalmışlar. Kadın “insanlar şöyle iyi, böyle güzel” dedikçe belli etmeden şaşırıyorum “aynı ülkeden bahsediyoruz, değil mi” diye... Laiklik, türban ve Türklerin kökeni üzerine uzunca sohbet ettikten sonra – ki bu konular kadının tercihi idi – San Francisco’ya gideceğimden bahsettim. Kadın bir kağıda “Muir Woods” yazdı, “buraya git, çok güzel bir park burası” tavsiyesinde bulundu. “Burada sekoya var mı” soruma hemen yanıt veremedi, kocasına sordu, kocası “var” gibi bir şey dedi, çok üzerinde durmadım. Bu kadın budistti ve iki lafından biri olmasa da, beş lafından biri “world peace”di, insanların birbirini anlaması ve iletişimin yaygınlaşması gerektiğini söylüyordu. Uçakta kadının yazdığı kağıdı saklamadım, ismi de unutmuştum açıkçası.

Cumartesi akşamı San Francisco Berkeley’deki otele gelince, resepsiyondaki “şunu yap, buraya git” broşürlerinden alıp odaya çıktım. Broşürlerden bir tanesi “Muir Woods”du. O zaman kadının bahsettiği yerin burası olduğunu hatırladım. Broşürdeki fotoğrafta dev ağaçlar vardı, “tamam” dedim, Yosemite’e tur aramaktansa daha yakın bir yere gitmek mantıklıydı, hem Pazar günüm değerlenecekti.

Pazar sabah kahvaltıdan sonra, otobüs – metro – otobüs – otobüs kullanarak Muir Woods’a ulaştım. Dev parantez açıyorum --> Bu aktarmaları özellikle belirtiyorum, çünkü bu şehir (keza Los Angeles) insanların toplu taşıma ile her yere ulaşması için tasarlanmamış, insanların genelde arabası olacağı varsayılıyor. Mevcut halleriyle bile İstanbul’dan kesinlikle iyi durumdalar, o ayrı.. Ama Avrupa ile karşılaştırınca oldukça şaşırdım. Mevcut metro hatları yetersiz. San Francisco için diyemem, ama LA’de metroyu alt gelir grubu kullanıyor; bir tren vagonunda bir defa baktım, tek beyaz adam bendim, geri kalan zenci ya da hispanikti. Şehirler çok yayılmış durumda, konutların pek çoğu tek katlı. Varoşlar, salaş semtler bile 1-2 katlı, apartman ya da blok mantığı yok. Sokakta yürüyenler Avrupa sokaklarına kıyasla az. LA’de bir şehir meydanı var, evlere şenlik. Meydan diye bir alan düzenlemişler, meydanın her kuytuluğuna bir evsiz yerleşmiş. Etraf çiş kokuyor, normal insanlar zaten buraya girmeye çekinir. <-- Dev parantez kapattım.

Giderken San Francisco körfezine sis çökmüştü. Golden Gate köprüsünün sadece kuleleri görünüyordu. Bu sisin San Francisco için çok tipik olduğunu öğrendim. Şehir bir anda sise gömülür, sonra geçermiş... Muir Woods’da hava açıktı. Burası çok güzel bir yer. Fazla anlatasım yok, fotoğraf ekleyeceğim. Fangorn ormanı gibi yerleri vardı, Ağaçsakal gelse, şaşırmaz insan. Parkın içinde, vadinin içine sokulan uzun patikalar var, oralar daha da güzeldi. Geçici olarak kapatılmış bir yola girdim. Küçük bir dere akıyordu yanımda, sekoyaların yanında küçük bir piknik yaptım. Meyve suyu içip, marketten aldığım ekmeği yedim. O yediğim ekmek bana lembas gibi geldi. Hiç ses yoktu. Sadece mırıl mırıl bir su akıyordu. Orada bir iki saat geçirdim. Amerika’yı keşfim böyle başladı. Sonra gördüğüm hiçbir şey bu kadar güzel olmadı. Ama Amerika’da sevecek bir şeyler buldum. Elbette buldum.


















2 Eylül 2013 Pazartesi

Sınav Kağıdının Buruşması

Sevgili İnci,

çalışkan öğrenciler sınav kağıdında bir hata yapınca - ki hata çok önemli olmasa bile - onu silgiyle siler; yanıtı bir daha yazarlar. silgiyle silinen yer buruşur, ama yazılanlar daha doğru olur. çalışkan öğrenciler bu yüzden sınavdan çok erken çıkmazlar, her şeyi bilseler bile, alçakgönüllü bir kuşkuculuk yüzünden yanıt vermeleri uzun sürer.

hoca sınav kağıdında silgiyle silinen yerleri görünce, buna şaşırmaz. "ne yazmıştı ki, neyi düzeltti" diye takılmaz. eğer çalışkan öğrenciyi tanıyorsa, belki bir sempatisi olur, "hata yapmış, sonra düzeltmiş" diye geçirir içinden. kağıt notunu alır, dosyaya konur. buruştuğu için, diğer kağıtlardan biraz daha fazla yer kaplar. dışarıdan dosyaya bakınca, normalde birbirinden ayırt edilemeyecek kağıt destesinde, silgiyle buruşmuş kağıt hemen fark edilir.

sevmediğin havalar mı yaklaşıyor? yine de güneşli, güzel bir gün. çok güzel bir gün belki de...

1 Eylül 2013 Pazar

Yüzmeye Devam Etmek

Sevgili İnci,

Machinarium olmasa ne yapardım? Çok güzelmiş hakikaten, iyi olduğunu tahmin ediyordum, ama bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Köpeğine ulaşmaya çalışan, kırmızı şemsiyeli kadın bir robot vardı; aralıkla düdüğünü çalıyor, fondaki müziğe katılıyordu. Ne kadar güzeldi o... Robotların şehrine geldim, orada müzik aletleri çalışmayan üçlü bir grup var, oradayım işte. İkisinin müzik aletini çalışır hale getirdim. Birinin üflemeye çalıştığı borunun içinde parlayan iki göz var; işte o yaratığı çıkaramadım bir türlü.

Uyuyorum bol bol. Yapmam gereken şeyleri erteliyorum hep. Çok ama çok acil olan ve yapmazsam her şeyin hemen berbat olacağı şeyleri yapıyorum. Geri kalan hiçbir şeyi yapmıyorum, uyuyorum. Beş dakika uyuyorum, sonra yirmi dakika yarı uykuda, sersemlik içinde geçiyor zaman. Sonra bir beş dakika daha. O beş dakikalarda rüya bile görüyorum, acayip, hoş rüyalar...

Ömrüm kısalıyor, ölüme yaklaşıyorum; herkes gibi elbette. Anlamsız. Kötü bir yönetmenin ucuz filminde rolün hakkını veremeyen -aslında iyi ve kolay harcanmış- bir aktör gibiyim. İşin tuhafı, kötü filmde hakkını veremediğim rol de özgüvenimi düşürüyor. Ulan yoksa hiçbir şey yapamayacak kadar salak mıy(d)ım? Bu duyguyu bildiğini tahmin ediyorum, bu yüzden uzun uzun anlatmama gerek yok.

Bugün Ö. ile konuştum, yarım saat konuştuk, çok hasta Ö., iyi olmasını çok isterdim. Türkiye'ye gelirken, Almanya'da aktarma yaptığı sırada onu hastaneye kaldırmışlar (kapatmışlar). Annesini onu almaya gitti. Çökmüş, hiç iyi duymadım onu, babası da maddi olarak sıkıntıya girmiş, borçlanmış çok. Ö. hep yanımda olsa, onu daha iyi duruma getirebileceğime inanıyorum. Elbette fizyolojik problemi çözemezdim, ama daha iyi olabilirdi. Çok desteğe ihtiyacı var. Olabildiğince, telefonla konuşmayı düşünüyorum. Ö. ile konuştuktan sonra; uçurumu gördüğümüzde geri adım atarız ya - ve bunu düşünmeden, içgüdüsel yaparız - o adımı atmış gibi hissettim. "Yaşama isteğim güçlü, aklım yerinde" diye düşündüm. Yük altındayım, kemiklerim acıyor ve belki bozuluyor vücudumun şekli, ama idare ediyorum hala. Bu da iyi bir şey.

11 Temmuz 2013 Perşembe

Nefes

Sevgili İnci,

İstanbul’da bir canavar uyuyor, bir hazine olduğunu oradan biliyorum. Bağlılığım canavara duyduğum merak mı, yoksa altına olan düşkünlüğüm mü? Tam yeri neresi? Belki Şehzadebaşı, belki Laleli? Aksaray’a kadar gitmeden. Yenikapı, Yusufpaşa çok yakınında, ama üzerinde değil. Oralarda bir yerde. Kalp atışını, nefesini duyuyorum. Gerçekte ölümcül olan bir yaratığa kendi iyiliğimi yüklüyorum herhalde, onun tehlikeli olduğunu düşünmüyorum. Canavar ayağa kalkıp, büyük bir depremle yerle bir ettiğinde İstanbul’u, bana hiçbir şey olmayacak, yıkıntılar arasından yürüyüp şu ankinden daha mutlu olacağım gibi geliyor...

İstanbul’da bir canavar uyuyor. İstanbul’a gitmek istemiyorum ve hep istanbul’un yanında olmak istiyorum. Yahudilerin duvara karşı hissettiklerini anlıyorum. Duvar onları ağlatıyor, duvar onları alt üst ediyor. Tapınağa yaklaşıyorlar, acı çekiyorlar, ama tapınağa gitmiyorlar. Ben de Üsküdar’a gidiyorum, Sultanahmet’e, Kocamustafapaşa’ya, duvarın kıyısından bakıyorum tapınağıma. Kalabalığın bilmediği dilde ibadet ediyorum. Canavarın her nefesinde, bileğime yazdığım kelimeyi tekrarlıyorum. Nefes Soğanlık’ta, Maltepe’de, Ümraniye’de duyulmuyor. Cihangir’de de duyulmuyor, yakın oysa... Azapkapısı'na inince, yokuşun dibinde, yaklaştığımı anlıyorum. Köprüyü geçerken şehrin üstüne yaptıkları pisliklere üzülüyorum. Serseriler, orospu çocukları kirletip duruyorlar. Ama hazine derinde, ona ulaşamadılar ve canavar sağken bunu yapmaları mümkün değil.

İstanbul'da bir canavar uyuyor. Onun uyandığını göreyim, hayatım eskisi olmasın, kimsenin hayatı eskisi gibi olmasın istiyorum. Yığınla acının, yıkımın içine girelim, yeter ki uyansın..

19 Nisan 2013 Cuma

Joburg Havadisleri

Sevgili İnci,


Johannesburg maalesef “crime and disorder” belgeselindeki gibi bir yer. Bunun şokunu halen atlatabilmiş değilim. Burada bazı insanların acayip parası, lüks arabaları, havuzlu evleri falan var. Ama sokakta yürümek diye bir şey yok. Şehir ulaşımın arabayla sağlandığı güvenli modüllerden ibaret. Bunların dışındaki yerler “crime and disorder” şeklinde. Apartheid, Afrikaan dilinde “ayrı olmak, ayrı durmak” anlamına geliyor. Güney Afrika’da artık ırk ayrımı yok, ama Apartheid sözlük anlamında devam ediyor.

Biraz tarihsel bilgi vermek istiyorum, bunlar zaten bildiğin şeylerse kusura bakma. Afrika’nın (Etiyopya dışında) tamamı belirli bir tarih aralığında sömürge olmuş. Kenya, Senegal gibi bölgelerde emperyalistler ciddi varlık yaratmışlar, düzen kurmuşlar, binalar yapmışlar. Ancak Angola, Nijerya gibi çoğu yerde fazla bir şey de bırakmamışlar. Afrika’nın kolonize edilen (beyaz adamın yerleştiği) sadece iki bölgesi var: Güney Afrika ve Cezayir. Cezayir’i Fransızlar, Fransa’nın uzantısı olarak kolonize etmek istemişler, 19. Yüzyılda bir ara, Cezayir’deki Fransızların sayısı sanırım 50 bine kadar çıktı. Ancak bu insanların çoğu geri döndü. Güney Afrika’nın kolonizasyonuna 18. Yüzyılda Hollandalılar başladı. İlk yerleşilen yer de Cape Town bölgesi. O tarihlerde Cape Town bölgesinde yerel nüfus kalabalık değildi. Ilıman iklim, verimli toprak, seyrek yerli nüfus nedeniyle Cape bölgesi beyazlar için Afrika’da yaşanacak en ideal yermiş bence. Buradaki Hollandalılara “Boer” diyorlar, konuştukları dil de Afrikaan, günümüz Dutch’dan biraz daha farklı herhalde. Ama konuşulduğunda, Dutch gibi duyuluyor. Neyse, Hollandalılardan sonra (tam tarihi hatırlamıyorum) İngilizler geliyor ve askeri güçleriyle koloniye hakim oluyorlar. İngiltere’den de göç yaşanıyor. 19. Yüzyılda Güney Afrika hep İngiliz kolonisi olarak kalıyor, ama Boerlerle İngilizler arasında sonu gelmeyen çatışmalar oluyor. Boer’ler İngiliz hakimiyetini istemiyorlar, hatta bir ara Güney Afrika’nın ortasında “Orange Free State” (OFC) diye bağımsız bir ülke kuruyorlar. Yine 19. Yüzyılda, Güney Afrika’nın doğusunda Zulu kabilesi, diğer yerlilere hakimiyet kuruyor, aralarında çok kanlı savaşlar oluyor. Zulular Boerlerle de savaşıyor, ama tüfek ve mızrağın savaşında sonuç belli.

1948 yılında, bir seçim yapılıyor ve Boerlerin partisi “Apartheid” politikasının uygulanmasını istiyorlar. İngilizlerin de yarısı bunu destekliyor. O tarihten sonra beyazlar bir bütün olarak hareket ediyorlar. Siyahlara iki sınıf insan, “insan – hayvan arası” muamelesi yapıyorlar. Sonra, adını bilemedim şimdi, Boer bir başbakan siyahlarla masaya oturup Aparteid’den vazgeçiyor, eşit seçim yapılıyor, 90’lı yıllarda Mandela başbakan oluyor. Bugüne kadar da yönetimde siyahlar var. Hatırlarsın, NewYorker’da okumuştuk, şu anki cumhurbaşkanları Zuma tecavüzden hüküm giymiş bir adam. Yönetim corrupt ve yeteneksiz. Ayrıca derisi azcık açık renkli ya da melez birinin yönetimde hiçbir şansı yok. Nüfusun şu an sanırım 5 milyonu beyaz, 5 milyonu da melez. Kalan 40 milyonu da siyah. Apartheid bittikten sonra yüzbinlerce beyaz Avrupa’ya ya da başka ülkelere göç etmiş.

Johannesburg (Joburg) buranın en büyük ve en kalabalık şehri. Fotoğraflardan görmüşsündür, şehir çok yeşil. Çok güzel bitkiler, ağaçlar var. Yüksek bina çok az ve yerleşimler arasında boşluklar var. Bu yüzden çok geniş alana yayılan bir yer. Biz çok yoğun çalıştık, bu yüzden doğru dürüst bir yere gitme imkanımız olmadı. Ancak burada zaten bir yere sadece araçla gidebiliyorsun. Ve araçla gidilemeyecek yerler de var. Ben bir iki defa yakındaki bazı yerlere yürüdüm. Bunu söylediğimde Güney Afrika’lılar “yürüme” dediler ve hemen eklediler “gece hiç yürüme”. Bizim olduğumuz yer şehrin en zengin, en havalı yeri. Otelin altında Ferrari (ya da öyle bir şeyin) mağazası var. Sokakta yürürken alakasız yerlerde polis, güvenlik birimi gördüm. Öyle, amaçsız dikiliyorlar. Belli ki polis özellikle bu semtte olay olmasını istemiyor. Alışveriş merkezi tarzı yerler var. İçlerinde beyazlar ve süslü siyahlar geziyor. Kafes hayatı. Kamu alanı kamuya açık değil. Güvenli olan yerler yüksek duvarlarla çevrilmiş, duvarın üzerinde elektrikli tel var, tele 10.000 volt elektrik vermişler. Tabelalar var, “burası şu şirket tarafından korunmaktadır, rahatsız ederseniz, silahla cevap veririz”. Bu tabelalar her yerde. Belgeseli izlediysen görmüşsündür, şehir çetelere teslim olmuş durumda; güvenlik şirketleri silah taşıyor, adam öldürüyor, polis bunları seyrediyor. Bir noktadan sonra güvenlik şirketleri suçu beslerse hiç şaşırmam. Belki çoktan öyledir...

Bu insanların sorunu parasızlık, işsizlik, gelir dağılımındaki uçurum, vs. Yönetim de bunları çözmekten aciz. Gazetede okudum, sağlık bakanı ülkenin sağlık sorunları için yine apartheid’i suçlamış. E baba neredeyse 20 yıl oldu, daha ne kadar suçlayacaksın? Gazete de (beyaz gazetesi) bakanla dalga geçiyordu.

Burada çalışan Türk arkadaşlar da kafes hayatı yaşıyorlar. Mecburen bir araç kiralamışlar, onunla sağa sola gidiyorlar. Haftasonu gezebilecekleri bir ortam yok, çünkü nereye gitseler “bu adamlar bizi soyar mı, öldürür mü” gibi bir endişe var.

Gördüğüm şirket ortamlarında siyah orta seviye yönetici bir tane gördüm. Ancak çalışanlar arasında siyahlar – beyaz yarı yarıya gibi geldi bana. Öte yandan temizlik, güvenlik gibi işlerde çalışan herkes siyah. Gazetede okudum, Güney Afrika şirketlerinde siyah CEO oranı %12 imiş. Bir hükümet yetkilisi bundan şikayet ediyor, ama bu şikayet pek çok nedenle anlamsız. Salaklar, bundan şikayet edeceğinize, iş alanları yaratın, projeler yapın, insanları eğitin. Alistair diye adamla muhabbet ettim, burada hayat zor değil mi, çocuklar ne yapıyor diye sordum. “Çocuklar Cape Town yakınlarında küçük bir kasabada, orada iyi bir okul var, orası güvenli” dedi. Joburg çocuklar için iyi bir yer değil. Televizyon kanallarında siyah ve beyazlar bir arada, burjuvazinin ortak değerlerine sahip çıkarken gösteriliyor. Irk ayrımı yok artık, evet.

Siyah erkeklerin çoğunun ve bazı siyah kadınların saçları kazılı. Çünkü saçları incecik ve kıvır kıvır. Tam bonus kafa. Bazı kadınlar inanılmaz özenerek, o saçları tek tek örüyorlar. Bazı süslü kadınlar düz saç peruk takıyor. Dün bir hapishanede mahkumları zorla saçlarını kesmişler, isyan çıkmış. Gazetede okudum. Kesmek istiyorlar, çünkü adamlar saçlarının içinde uyuşturucu ve silah saklama ihtimali varmış. İsyan edenler de belirli bir kabileye mensup, onlarda saçın kesilmesi günahmış. Zenciler ne kadar aynı elbiseyi, aynı ayakkabıyı giyerse giysin, bence doğal nedenlerle bir “gerilik”, bir “inferiority” hissediyorlar. Tam değiller. Bende de bu önyargı var, onlara karşı fazladan bir merhamet ve sempati hissediyorum. Bu sanırım doğal bir şey, bunun aşılması için zamana ihtiyaç var.

Anlatacak başka şeyler de var, ama şimdilik bu kadar...


17 Nisan 2013 Çarşamba

İnsanlar

Sevgili İnci,

S. gümüş bir künye takıyor. Üzerinde "S." yazıyor. Bunlar sanırım  80'li yıllarda (kızlar isim kolyeleri takmadan çok önce) oldukça modaydı. Hatta künyede iki ad yazdığı da olurdu, "Ahmet Uygar" gibi. Babam ya da annem bana bunlardan almayı teklif etmişti. Yani "arkadaşlarının hepsinde var, bizim çocuğun da canı çeker" mertebesine kadar yükselmiş bir nesneydi. Bunu düşündüğümü, ama sonuçta istemediğimi hatırlıyorum. Künye insanın biraz kendini sevmesi ile ilgili bence, ben çocukken de sevmezdim kendimi. Peki S. bunu neden hala takıyor, aslında soru bu? Düşündüm, acaba "babasının aldığı bir şeydi de, babası vefat edince hep taktı, olayın üzerinde 48 tane moda çağı kapansa da takmaya devam etti" mi diye? Sordum "baban sağ mı" dedim, "evet" dedi. Öyle değilmiş.

B.'nin yüzü bir Ermeni yüzü, ama o Ermeni olduğunu bilmiyor, bilmediği o kadar çok şey var ki... Benim ona öğrettiğim tek bir şey oldu, o da Güney Afrika'nın üç tane başkenti olduğu. Kendinden bahsetmeyi müthiş seviyor, ama benim çok dinleme imkanım olmadı. Rahatsız olduğum için değil, denk gelmedi. Topuklu ayakkabısının altında fiyat etiketi var. 

Ş. bir gün kravat taktı. O taktığı kravatla gömlek düğmesi arasında bir parmak boşluk vardı. Bu bence çok sakil bir şey. Söylemeyi düşündüm, ama sonra vazgeçtim, neden bilmiyorum? Bu çocuğun rahatsız edici özellikleri arasında dünya ile ilgilenmeyip dakikalarca ergenler kadar hızlı SMS yazması, boynundan ve sırtından kıl fışkırması ve üç kuruşluk hesabı tam ortadan ikiye bölme çabası sayılabilir. Bu çocuğun kesinlikle iyi özellikleri de var, ama ben iyi günümde değilim, o yüzden üzerinde durmayacağım.

M. bir Fransız. Bu adam milyarlarca dolar cirosu olan bir şirketin CFO'su. İş yemeğinde adamın kılığı bi tuhaftı. Yine 80'li yıllarda moda olan bol merserize kazaklar vardı ya, ondan giymiş. Bisiklet yaka. Desenini tarif edebilir miyim bilmiyorum, bir biriyle sarmal olan üç kabarık şerit kazağın boyunca devam ediyor. Şeritler yan yana. Kazak tek renk olduğu için desen çok belli değil. İşte adam bu merserize kazağın mor renkli olanını giymiş. Kazağın üstüne de bir ceket giymiş. Ceket gri, üzerinde ince beyaz çizgileri olan bildiğin kasaba/kahvehane ceketi. Merserize kazağın kolları ceketten fırlamış. Hava da gayet sıcak ha, ben tişörtle oturuyorum. İnsanların dış görüntülerine bu kadar takılmış olmamı yadırgayabilirsin. Yani normalde hiç takılmam, biliyorsun. Ama bugün dış görünüşe takılma günümdeyim. Adam önce şaraplar, sonra billing sistemleri üzerinde ahkam kesti. Fransız şivesi ile konuşulan İngilizcenin iticiliğini de üzerine ekle.

Gayet lüks bir yerde yemekteyiz. Yanımda oturan adam E.'ydi. E'nin tabağına bir et geldi. Etin genişliği benim iki elim kadardı. Etin kalınlığı iki parmak kadardı. 500 gram etmiş bu. Daha önce görmemiştim açıkçası. Dışı kebap gibi kızarmış, içini açınca et pespembe çıktı. Tabağa ilk geldiğinde E. yerinde değildi. Ben de çevreye dedim ki, "bu kadar eti ben bir haftada yemem". Sonra adam geldi pembe etin yarısını yedi, yarısı da çöpe gitti. Utanç ve iğrenme hissettim. O akşam bir salata yedim ve şarap içtim; zaten saat 21'i geçmişti, yemek için çok geç bir saatti.

500 gram et olayını sonra Naci'ye anlattım. Naci bana "hiç değişmemişsin" dedi. Naci'yi gördüğüme çok sevindim, mutlu oldum.











22 Mart 2013 Cuma

Bireyin Arkeolojisi

Sevgili İnci,

bireyin arkeolojisi diye bir şey var. Geçen gün Ataköy'de 4. kısım'dan Bakırköy deniz otobüsüne kadar yürürken hissettim bunu. Geçtiğim yerler, bildiğim, yaşadığım şeyler vardı burada. Şimdi değişmiş, tanıdığım mekanların çoğu kaybolmuş, belki küçük izler var tanıdık gelen... Bunları görmek ve geçmişe gidip gelmek beni mutsuz etti, bir yandan da bu duyguyu yaşamak için güçlü bir istek duydum.

Oldum olası meraklıydım bireyin arkeolojisine, yürüdüğüm yerlerde sonsuza kadar kalacak ışık izleri bırakan ayakkabılarım olduğunu hayal ederdim. Hatırlarsın, bir şiir yazmıştım o ayakkabı ile ilgili. O izleri sadece ben görebiliyordum. Yani İstanbul'un bir sokağına baktığımda oradan daha önce geçmişsem, yerlerde ışıklı izlerimi görüyordum. Bazı sokaklar ışık seli, oralarda basmadığım yer kalmamış, bazılarında soluk izler. Benim sütunlarım, tapınaklarım olmadığı için, beni tanıyan, "merhaba" diyecek insanlar olmadığı için ayakkabılara ihtiyacım vardı.

İzleri seviyorum, önemsiyorum. Bir yandan da hüzün, mutsuzluk veriyor. Geçmişin izleri geçen zamanın, yaklaşan ölümün habercisi. Fotoğraf çektirmeyi, biriktirmeyi bu yüzden sevmiyorum. Bana verdiğin o güzel albümü bu yüzden kullanamıyorum. Albüm zaten hayatları bir mutluluk çerçevesine sığan dingin insanların kullanması gereken bir eşya. Ben bundan sonra albüm kullanabilir miyim? Bakalım, zaman gösterecek.

Bizanslıları hayal ediyorum, zaman makinesi ile gelip bulmaya çalışsalar tanıdıkları, bildikleri, sevdikleri ve sevmedikleri o görüntüleri, o havayı, o denizi... Çok şaşırırlar, çok üzülürler ve belki bir coşku duyarlar, bilmiyorum? Onların gözüyle bakıyorum kişisel mirasıma. Bakmıyorum sonra, ileriye bakıyorum. Bunlarla uğraşamam. Daha ölmedim, ölmeyeceğim hemen. Mirasım ne kadar önemli olabilir ki? Bugün, yarın yapacaklarım önemli, bunlara odaklanmalıyım.

Canavar bir arkeolog, beni kolumdan çekip, lafların görüntülerin afyonlu dumanına sokuyor. Orada on saat uyuyabilirim, belki bir tam gün...

***

İyi arkeologlar bence mesleklerini ölüm korkusuyla başa çıkmak için kullanıyor olabilirler. Onlar Hurrilerin, Hattilerin ve Hititlerin yonttukları taşları, taktıkları bilezikleri ve çorba içtikleri kapları ortaya çıkarıyorlar. Eski insanların kullandıkları, tanıklık ettikleri anda kendileri için hiçbir önemli olmayan nesnelere büyük saygı ile yaklaşıyorlar. Ölümlü ve önemsiz insanları önemsiyorlar. Arkeolog kendi önemsenmek, unutulmamak istiyor, ölmemek istiyor. Yaşatınca, ölmemiş gibi oluyorsun. Önemseyince, önemli gibi oluyorsun. Böyle midir?

***

O gün Bakırköy'e gelince, kendi başıma hiç yapmadığım bir şey yaptım. 25 TL verdim, köy kahvaltısı yaptım.  Gelen her şeyi bitirdim. Uzun uzun çay içtim, kara kaplı kitabımı okudum. Sevdim bu rolü, bir daha oynarım.