Sevgili İnci,
Bizim eve
National Geographic’in ilk girişi 1987 olmalı. O zaman kim alıyordu bunu? Çok
büyük ihtimalle babam alıyordu ve amacı “çocukların İngilizcesi gelişsin”di.
İçindeki fotoğraflara ailecek baktığımızı hatırlıyorum. O zaman Türkiye’deki
herhangi bir mecmua ile kıyas kabul etmeyecek güzellikte fotoğraflar vardı. Bu
önemli bir örnek olmayabilir, ama babamın yeniliğe her zaman açık oluşu,
dünyada ne olup bittiğini merak etmesi çocuklarının hayatında önemli rol
oynadı. Pek çok çocuğun yokken, bana Commodore tipi bir bilgisayar alan da
babam olmuştu. Üstelik böyle bir şey istememiştim. Onun mantığı “bilgisayarlar
yaygınlaşıyor, çocuk öğrensin” idi. Sağolsun, Allah uzun ömür versin...
Neyse,
National Geographic’i evde okuyabilen bir tek M. Ablam vardı. Bazı yerleri
okur, çevirirdi. Ben de İngilizce biliyordum, ama bana yazılar ağır geliyordu. Zaten –
biliyorsun – tumturaklı bir dili var, muhtemelen anlamadığım sözcük sayısı
çoğalınca sıkılıyordum. Hepimiz fotoğraflara, çizimlere bakardık. Yıllar sonra
derginin Türkçesi çıktığında, sanırım pek çok kişi gibi ben de hayal
kırıklığına uğramıştım. Biz NG’yi matah bir şey sanıyorduk, meğerse doğru
dürüst okumadığımız için öyle hissetmişiz. Adamlar üç beş harika
fotoğrafın altında en leş geyikleri çeviriyorlarmış. Amerika’da bu aptalca
anlatım tarzı çok moda, çok yerleşik – sonradan çeviri non-fiction kitaplarla
iyice anladım bunu. NG’deki benzer hayal kırıklığını biyolog arkadaşlarım da
yaşamış, bu yüzden geçmişte “okumadan sevilmesinin” yaygın olduğunu düşünüyorum.
Neyse, üçüncü
paragrafta konuya geleceğim! 80’li yılların sonlarında eve gelen NG’lerin
birinin konusu dev sekoya ağaçlarıydı. Sanırım Yosemite Milli Parkı’ndan
bahsediyordu, hatta kapakta Yosemite vardı diye hatırlıyorum. Amerikalıların
Redwood dedikleri bu ağacın fotoğraflarını ilk defa o dergide gördüm. Çok
etkilendim. O zamandan bu yana, Amerika’da görmek istediğim neredeyse tek şey o
ağaçlar oldu. Yıllar geçmiş tabii, ben sekoyaların bulunduğu yeri unutmuştum,
Wyoming ya da Washington eyaletleri gibi aklımda kalmış. San Francisco gezisi
netleşince, ilk düşündüğüm tabii ki Oracle falan değil, ağaçlar oldu.
Konferansı 2 gün eksem, trenle ağaçları görmeye gidip gelebilir miyim diye
düşündüm... Sonra baktım ki, Yosemite San Francisco’ya oldukça yakın, günlük
tur yapılan bir yerdeymiş. “İyi” dedim...
Yosemite
kocaman bir yer, içinde bir sürü ilgi çekici yer var (şelale, kayalıklar,
vadiler, vs.). Bazı turlar ağaçlara pek zaman ayırmıyormuş. Sekoyalara
odaklanan bir tur buldum, internet sitesi de düzgün görünüyordu, küçük bir
grupla gidiyorlarmış falan filan. “Sorularınızı mail ile sorun” demişler. Ben
de yazdım, “şu tarihte geleceğim, şurada kalacağım, nasıl giderim” diye.
Adamlar cevap vermedi, uyuz oldum, lakin pes etmedim içimden, şehrin içinde başka bir tur bulurum diye düşündüm.
Uçakta Japon
asıllı yaşlıca bir kadının yanına oturdum. Kadının babası Hawaii’de yerleşik
bir Japonmuş, kocası da John Smith tipli şişko bir adamdı. Bu çift 15 gün kadar
Türkiye’yi gezmişler, çok memnun kalmışlar. Kadın “insanlar şöyle iyi, böyle
güzel” dedikçe belli etmeden şaşırıyorum “aynı ülkeden bahsediyoruz, değil mi”
diye... Laiklik, türban ve Türklerin kökeni üzerine uzunca sohbet ettikten
sonra – ki bu konular kadının tercihi idi – San Francisco’ya gideceğimden bahsettim. Kadın bir kağıda “Muir Woods” yazdı, “buraya git, çok güzel bir park burası”
tavsiyesinde bulundu. “Burada sekoya var mı” soruma hemen yanıt veremedi,
kocasına sordu, kocası “var” gibi bir şey dedi, çok üzerinde durmadım. Bu kadın budistti ve iki
lafından biri olmasa da, beş lafından biri “world peace”di, insanların birbirini
anlaması ve iletişimin yaygınlaşması gerektiğini söylüyordu. Uçakta kadının
yazdığı kağıdı saklamadım, ismi de unutmuştum açıkçası.
Cumartesi
akşamı San Francisco Berkeley’deki otele gelince, resepsiyondaki “şunu yap,
buraya git” broşürlerinden alıp odaya çıktım. Broşürlerden bir tanesi “Muir
Woods”du. O zaman kadının bahsettiği yerin burası olduğunu hatırladım. Broşürdeki
fotoğrafta dev ağaçlar vardı, “tamam” dedim, Yosemite’e tur aramaktansa daha yakın
bir yere gitmek mantıklıydı, hem Pazar günüm değerlenecekti.
Pazar sabah
kahvaltıdan sonra, otobüs – metro – otobüs – otobüs kullanarak Muir Woods’a
ulaştım. Dev parantez açıyorum -->
Bu aktarmaları özellikle belirtiyorum, çünkü bu şehir (keza Los Angeles)
insanların toplu taşıma ile her yere ulaşması için tasarlanmamış, insanların
genelde arabası olacağı varsayılıyor. Mevcut halleriyle bile İstanbul’dan
kesinlikle iyi durumdalar, o ayrı.. Ama Avrupa ile karşılaştırınca oldukça
şaşırdım. Mevcut metro hatları yetersiz. San Francisco için diyemem, ama LA’de
metroyu alt gelir grubu kullanıyor; bir tren vagonunda bir defa baktım, tek
beyaz adam bendim, geri kalan zenci ya da hispanikti. Şehirler çok yayılmış
durumda, konutların pek çoğu tek katlı. Varoşlar, salaş semtler bile 1-2 katlı,
apartman ya da blok mantığı yok. Sokakta yürüyenler Avrupa sokaklarına kıyasla
az. LA’de bir şehir meydanı var, evlere şenlik. Meydan diye bir alan
düzenlemişler, meydanın her kuytuluğuna bir evsiz yerleşmiş. Etraf çiş kokuyor, normal
insanlar zaten buraya girmeye çekinir. <--
Dev parantez kapattım.
Giderken San
Francisco körfezine sis çökmüştü. Golden Gate köprüsünün sadece kuleleri
görünüyordu. Bu sisin San Francisco için çok tipik olduğunu öğrendim. Şehir bir
anda sise gömülür, sonra geçermiş... Muir Woods’da hava açıktı. Burası çok
güzel bir yer. Fazla anlatasım yok, fotoğraf ekleyeceğim. Fangorn ormanı gibi
yerleri vardı, Ağaçsakal gelse, şaşırmaz insan. Parkın içinde, vadinin içine
sokulan uzun patikalar var, oralar daha da güzeldi. Geçici olarak kapatılmış
bir yola girdim. Küçük bir dere akıyordu yanımda, sekoyaların yanında küçük bir
piknik yaptım. Meyve suyu içip, marketten aldığım ekmeği yedim. O yediğim ekmek
bana lembas gibi geldi. Hiç ses yoktu. Sadece mırıl mırıl bir su akıyordu.
Orada bir iki saat geçirdim. Amerika’yı keşfim böyle başladı. Sonra gördüğüm
hiçbir şey bu kadar güzel olmadı. Ama Amerika’da sevecek bir şeyler
buldum. Elbette buldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder