27 Eylül 2013 Cuma

Muir Woods

Sevgili İnci,

Bizim eve National Geographic’in ilk girişi 1987 olmalı. O zaman kim alıyordu bunu? Çok büyük ihtimalle babam alıyordu ve amacı “çocukların İngilizcesi gelişsin”di. İçindeki fotoğraflara ailecek baktığımızı hatırlıyorum. O zaman Türkiye’deki herhangi bir mecmua ile kıyas kabul etmeyecek güzellikte fotoğraflar vardı. Bu önemli bir örnek olmayabilir, ama babamın yeniliğe her zaman açık oluşu, dünyada ne olup bittiğini merak etmesi çocuklarının hayatında önemli rol oynadı. Pek çok çocuğun yokken, bana Commodore tipi bir bilgisayar alan da babam olmuştu. Üstelik böyle bir şey istememiştim. Onun mantığı “bilgisayarlar yaygınlaşıyor, çocuk öğrensin” idi. Sağolsun, Allah uzun ömür versin...

Neyse, National Geographic’i evde okuyabilen bir tek M. Ablam vardı. Bazı yerleri okur, çevirirdi. Ben de İngilizce biliyordum, ama bana yazılar ağır geliyordu. Zaten – biliyorsun – tumturaklı bir dili var, muhtemelen anlamadığım sözcük sayısı çoğalınca sıkılıyordum. Hepimiz fotoğraflara, çizimlere bakardık. Yıllar sonra derginin Türkçesi çıktığında, sanırım pek çok kişi gibi ben de hayal kırıklığına uğramıştım. Biz NG’yi matah bir şey sanıyorduk, meğerse doğru dürüst okumadığımız için öyle hissetmişiz. Adamlar üç beş harika fotoğrafın altında en leş geyikleri çeviriyorlarmış. Amerika’da bu aptalca anlatım tarzı çok moda, çok yerleşik – sonradan çeviri non-fiction kitaplarla iyice anladım bunu. NG’deki benzer hayal kırıklığını biyolog arkadaşlarım da yaşamış, bu yüzden geçmişte “okumadan sevilmesinin” yaygın olduğunu düşünüyorum.

Neyse, üçüncü paragrafta konuya geleceğim! 80’li yılların sonlarında eve gelen NG’lerin birinin konusu dev sekoya ağaçlarıydı. Sanırım Yosemite Milli Parkı’ndan bahsediyordu, hatta kapakta Yosemite vardı diye hatırlıyorum. Amerikalıların Redwood dedikleri bu ağacın fotoğraflarını ilk defa o dergide gördüm. Çok etkilendim. O zamandan bu yana, Amerika’da görmek istediğim neredeyse tek şey o ağaçlar oldu. Yıllar geçmiş tabii, ben sekoyaların bulunduğu yeri unutmuştum, Wyoming ya da Washington eyaletleri gibi aklımda kalmış. San Francisco gezisi netleşince, ilk düşündüğüm tabii ki Oracle falan değil, ağaçlar oldu. Konferansı 2 gün eksem, trenle ağaçları görmeye gidip gelebilir miyim diye düşündüm... Sonra baktım ki, Yosemite San Francisco’ya oldukça yakın, günlük tur yapılan bir yerdeymiş. “İyi” dedim...

Yosemite kocaman bir yer, içinde bir sürü ilgi çekici yer var (şelale, kayalıklar, vadiler, vs.). Bazı turlar ağaçlara pek zaman ayırmıyormuş. Sekoyalara odaklanan bir tur buldum, internet sitesi de düzgün görünüyordu, küçük bir grupla gidiyorlarmış falan filan. “Sorularınızı mail ile sorun” demişler. Ben de yazdım, “şu tarihte geleceğim, şurada kalacağım, nasıl giderim” diye. Adamlar cevap vermedi, uyuz oldum, lakin pes etmedim içimden, şehrin içinde başka bir tur bulurum diye düşündüm.

Uçakta Japon asıllı yaşlıca bir kadının yanına oturdum. Kadının babası Hawaii’de yerleşik bir Japonmuş, kocası da John Smith tipli şişko bir adamdı. Bu çift 15 gün kadar Türkiye’yi gezmişler, çok memnun kalmışlar. Kadın “insanlar şöyle iyi, böyle güzel” dedikçe belli etmeden şaşırıyorum “aynı ülkeden bahsediyoruz, değil mi” diye... Laiklik, türban ve Türklerin kökeni üzerine uzunca sohbet ettikten sonra – ki bu konular kadının tercihi idi – San Francisco’ya gideceğimden bahsettim. Kadın bir kağıda “Muir Woods” yazdı, “buraya git, çok güzel bir park burası” tavsiyesinde bulundu. “Burada sekoya var mı” soruma hemen yanıt veremedi, kocasına sordu, kocası “var” gibi bir şey dedi, çok üzerinde durmadım. Bu kadın budistti ve iki lafından biri olmasa da, beş lafından biri “world peace”di, insanların birbirini anlaması ve iletişimin yaygınlaşması gerektiğini söylüyordu. Uçakta kadının yazdığı kağıdı saklamadım, ismi de unutmuştum açıkçası.

Cumartesi akşamı San Francisco Berkeley’deki otele gelince, resepsiyondaki “şunu yap, buraya git” broşürlerinden alıp odaya çıktım. Broşürlerden bir tanesi “Muir Woods”du. O zaman kadının bahsettiği yerin burası olduğunu hatırladım. Broşürdeki fotoğrafta dev ağaçlar vardı, “tamam” dedim, Yosemite’e tur aramaktansa daha yakın bir yere gitmek mantıklıydı, hem Pazar günüm değerlenecekti.

Pazar sabah kahvaltıdan sonra, otobüs – metro – otobüs – otobüs kullanarak Muir Woods’a ulaştım. Dev parantez açıyorum --> Bu aktarmaları özellikle belirtiyorum, çünkü bu şehir (keza Los Angeles) insanların toplu taşıma ile her yere ulaşması için tasarlanmamış, insanların genelde arabası olacağı varsayılıyor. Mevcut halleriyle bile İstanbul’dan kesinlikle iyi durumdalar, o ayrı.. Ama Avrupa ile karşılaştırınca oldukça şaşırdım. Mevcut metro hatları yetersiz. San Francisco için diyemem, ama LA’de metroyu alt gelir grubu kullanıyor; bir tren vagonunda bir defa baktım, tek beyaz adam bendim, geri kalan zenci ya da hispanikti. Şehirler çok yayılmış durumda, konutların pek çoğu tek katlı. Varoşlar, salaş semtler bile 1-2 katlı, apartman ya da blok mantığı yok. Sokakta yürüyenler Avrupa sokaklarına kıyasla az. LA’de bir şehir meydanı var, evlere şenlik. Meydan diye bir alan düzenlemişler, meydanın her kuytuluğuna bir evsiz yerleşmiş. Etraf çiş kokuyor, normal insanlar zaten buraya girmeye çekinir. <-- Dev parantez kapattım.

Giderken San Francisco körfezine sis çökmüştü. Golden Gate köprüsünün sadece kuleleri görünüyordu. Bu sisin San Francisco için çok tipik olduğunu öğrendim. Şehir bir anda sise gömülür, sonra geçermiş... Muir Woods’da hava açıktı. Burası çok güzel bir yer. Fazla anlatasım yok, fotoğraf ekleyeceğim. Fangorn ormanı gibi yerleri vardı, Ağaçsakal gelse, şaşırmaz insan. Parkın içinde, vadinin içine sokulan uzun patikalar var, oralar daha da güzeldi. Geçici olarak kapatılmış bir yola girdim. Küçük bir dere akıyordu yanımda, sekoyaların yanında küçük bir piknik yaptım. Meyve suyu içip, marketten aldığım ekmeği yedim. O yediğim ekmek bana lembas gibi geldi. Hiç ses yoktu. Sadece mırıl mırıl bir su akıyordu. Orada bir iki saat geçirdim. Amerika’yı keşfim böyle başladı. Sonra gördüğüm hiçbir şey bu kadar güzel olmadı. Ama Amerika’da sevecek bir şeyler buldum. Elbette buldum.


















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder