Sevgili İnci,
S. gümüş bir künye takıyor. Üzerinde "S." yazıyor. Bunlar sanırım 80'li yıllarda (kızlar isim kolyeleri takmadan çok önce) oldukça modaydı. Hatta künyede iki ad yazdığı da olurdu, "Ahmet Uygar" gibi. Babam ya da annem bana bunlardan almayı teklif etmişti. Yani "arkadaşlarının hepsinde var, bizim çocuğun da canı çeker" mertebesine kadar yükselmiş bir nesneydi. Bunu düşündüğümü, ama sonuçta istemediğimi hatırlıyorum. Künye insanın biraz kendini sevmesi ile ilgili bence, ben çocukken de sevmezdim kendimi. Peki S. bunu neden hala takıyor, aslında soru bu? Düşündüm, acaba "babasının aldığı bir şeydi de, babası vefat edince hep taktı, olayın üzerinde 48 tane moda çağı kapansa da takmaya devam etti" mi diye? Sordum "baban sağ mı" dedim, "evet" dedi. Öyle değilmiş.
B.'nin yüzü bir Ermeni yüzü, ama o Ermeni olduğunu bilmiyor, bilmediği o kadar çok şey var ki... Benim ona öğrettiğim tek bir şey oldu, o da Güney Afrika'nın üç tane başkenti olduğu. Kendinden bahsetmeyi müthiş seviyor, ama benim çok dinleme imkanım olmadı. Rahatsız olduğum için değil, denk gelmedi. Topuklu ayakkabısının altında fiyat etiketi var.
Ş. bir gün kravat taktı. O taktığı kravatla gömlek düğmesi arasında bir parmak boşluk vardı. Bu bence çok sakil bir şey. Söylemeyi düşündüm, ama sonra vazgeçtim, neden bilmiyorum? Bu çocuğun rahatsız edici özellikleri arasında dünya ile ilgilenmeyip dakikalarca ergenler kadar hızlı SMS yazması, boynundan ve sırtından kıl fışkırması ve üç kuruşluk hesabı tam ortadan ikiye bölme çabası sayılabilir. Bu çocuğun kesinlikle iyi özellikleri de var, ama ben iyi günümde değilim, o yüzden üzerinde durmayacağım.
M. bir Fransız. Bu adam milyarlarca dolar cirosu olan bir şirketin CFO'su. İş yemeğinde adamın kılığı bi tuhaftı. Yine 80'li yıllarda moda olan bol merserize kazaklar vardı ya, ondan giymiş. Bisiklet yaka. Desenini tarif edebilir miyim bilmiyorum, bir biriyle sarmal olan üç kabarık şerit kazağın boyunca devam ediyor. Şeritler yan yana. Kazak tek renk olduğu için desen çok belli değil. İşte adam bu merserize kazağın mor renkli olanını giymiş. Kazağın üstüne de bir ceket giymiş. Ceket gri, üzerinde ince beyaz çizgileri olan bildiğin kasaba/kahvehane ceketi. Merserize kazağın kolları ceketten fırlamış. Hava da gayet sıcak ha, ben tişörtle oturuyorum. İnsanların dış görüntülerine bu kadar takılmış olmamı yadırgayabilirsin. Yani normalde hiç takılmam, biliyorsun. Ama bugün dış görünüşe takılma günümdeyim. Adam önce şaraplar, sonra billing sistemleri üzerinde ahkam kesti. Fransız şivesi ile konuşulan İngilizcenin iticiliğini de üzerine ekle.
Gayet lüks bir yerde yemekteyiz. Yanımda oturan adam E.'ydi. E'nin tabağına bir et geldi. Etin genişliği benim iki elim kadardı. Etin kalınlığı iki parmak kadardı. 500 gram etmiş bu. Daha önce görmemiştim açıkçası. Dışı kebap gibi kızarmış, içini açınca et pespembe çıktı. Tabağa ilk geldiğinde E. yerinde değildi. Ben de çevreye dedim ki, "bu kadar eti ben bir haftada yemem". Sonra adam geldi pembe etin yarısını yedi, yarısı da çöpe gitti. Utanç ve iğrenme hissettim. O akşam bir salata yedim ve şarap içtim; zaten saat 21'i geçmişti, yemek için çok geç bir saatti.
500 gram et olayını sonra Naci'ye anlattım. Naci bana "hiç değişmemişsin" dedi. Naci'yi gördüğüme çok sevindim, mutlu oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder