23 Kasım 2012 Cuma

Balıklar


Sevgili İnci,

O yıllarda Hafız Yusuf Efendi Sokağında tek bakkal vardı. Rasim’di bakkalın adı. Pos bıyıklı, sessiz bir adamdı. Hiç gülmezdi, ama çekindiğimiz, korktuğumuz biri değildi. Mavi önlük giyerdi bakkalın içinde, önlüğünün cebinde bir tükenmez kalem taşırdı. Deftere bir şey yazacağı zaman, kalemini cebinden alır, boynuna astığı gözlüklerini takardı. Taktığı gözlük gözlerini kocaman, komik gösterirdi. Ne zaman gözlüğünü taksa gülmek isterdim, ama tutardım kendimi. Dayımdan yirmi lira harçlık aldıktan sonra Rasim Amca’nın bakkalına gidip niyet almaya başladım.

Her gün iki buçuk liraya bir niyet alıyordum. Hepsini bir seferde almaktansa, her gün deneme yapmanın bana daha çok şans getireceğine inanmıştım. Bakkala gidince balıklı saatin yerinde olup olmadığını kontrol ederdim. Niyetten ya şeker ya da sakız çıkıyordu. Bana hiç çıkmamıştı, ama top, saat, oyuncak gibi şeylerin çıkması da mümkündü. Niyetin büyük ödülü ise içinde balıkların yüzdüğü mavi kol saatiydi. Ben sadece bu saat için niyet alıyordum. Saatin içindeki iki balığın nasıl hareket ettiğini düşünüyor, balıkların nasıl bu kadar küçük ve gerçekçi yapıldığına şaşırıyordum. Balıklar suyun içinde birbirlerini kovalar gibi hareket ediyorlar, mavi yeşil sırtları parıldıyordu. Param bitene kadar niyet almaya devam ettim, saat bana çıkmadı.

Param olmasa da bakkala gitmeye devam ettim. Arada bir saati elime alıp, balıkları inceliyordum. Saati kimse çekmediği sürece umudum vardı, belki param olurdu, belki yine niyet alırdım... O ziyaretlerin birinde Rasim Amca yanıma gelip, “bir iki gün içinde çeken olmazsa, saati sana vereceğim” dedi. Müthiş sevindim, ama teşekkür edemedim. Ağzımdan zar zor “tamam” çıktı. Ertesi gün bakkala geldim, saat yerinde duruyordu. Sonraki gün de saat yerinde duruyordu. Üçüncü gün Rasim Amca onu bana verdi. Kol saatim hiç olmamıştı. Balıkları o gün yatana kadar, doya doya izledim. Geceleyin saatimi kolumdan çıkarmadan uyudum.

Ertesi gün de balıkları inceledim. Onları daha da yakından görmek istiyordum, onlara dokunmak istiyordum. Apartmanın arkasındaki bahçeye çıktım. Saatimi yere koyduktan sonra, sivri bir taşla camını kırdım. Saatin içindeki su aktı, plastik balıkların biri toprağa düştü. İki balığı da elime aldım, üzerlerindeki su yavaş yavaş süzüldü. Mavi yeşil sırtları elimde parlamıyordu. Gözleri siyah küçük bir noktayla yapılmıştı. Küçük bir çukur kazıp, balıkları toprağa gömdüm.

18 Kasım 2012 Pazar

Yeni Dil



Sevgili İnci,

Fiil çatıları var. Türkçe çok zengin diyoruz da, İngilizce de zengin oysa ve ikisinin de uzağında: bu çatıların kaçını günlük konuşmada kullanıyoruz? Azını.

Esperanto bu açıdan bir hayal kırıklığı oldu bende. Bildiğimiz İngilizce ya da Hint-Avrupa dillerine benziyor, hatta aynı. Sadece ortaklık amacı var, var olandan fazlasını sunmak gibi amacı yok.

Bir yazılım mimarının bakış açısıyla, nesnelere dayalı bir konuşma/yazma dili tasarlanmış olduğunu sanmıyorum. Bu konuda bir araştırma yapmayı çok isterim ve – eğer yoksa – böyle bir dili tasarlamak isterim. Sorun, yeni dilin sözlüğünü oluşturmak değil, yeni dilin nesnelerini ve gramerini kurabilmek. Bugüne dek düşünülmemiş, rastlanmamış yapıları bulmak.

Dil bazılarının fark ettiği ve pek çoğunun göz ardı ettiği üzere, düşüncemizi sadece yansıtmıyor, kısıtlıyor. O kadar çok konuşamadığımı, yazamadığımı hissediyorum ki... Ortalamanın üzerinde konuşup, yazabildiğimi bildiğim için, bu kısıtlanmışlık duygusunun gerçekliğine inanıyorum.

Dil büyük bir konfigürasyon verisiyle çalışan basit bir program gibi. Bilgisayarlarda tanıdığımız bu tarz programların özellikleri, yer kaplamamaları ve yavaş çalışmaları. Demek ki insan zihni konfigürasyonu depolamak ve konfigüratif verileri hızlı işlemek konusunda sorun yaşamıyor. Ama programları depolamak ve hızlı derlemek konusunda sıkıntı yaşıyor. Beyin göstergelerle kuracağı iletişimin yoğun olmasını istiyor. Genetik olarak uzun lakırdılar etmeyi sevmiyoruz. Tüm cümle kurulumları, tüm sözcük dağarı, tüm ekler, bağlaçlar, tonlama, hepsi aklımızda büyük bir konfigürasyon olarak duruyor. Birkaç gösterge ile bazen çok yoğun bilgiler iletiyoruz. Tam tersi, bunu başaramadığımız zaman, fazla söze ihtiyaç olduğunda, o kısıtlanmışlığı yaşıyoruz. 

Yazılı metinlere baktığımızda, tumturaklı söyleşin tarihte giderek azaldığını görüyoruz. 20. yüzyılın başındaki gazeteler çok şey söyleyip, az şey anlatıyorlar. 19. yüzyıl daha beter. Yazılan ilk romanları, bugün insanın okumaya sabrı yetmez. Ahmet Hamdi Tanpınar’a nur yağıyor – ben de ona sabırlı olamıyorum. İçeriği ile değil, ama laf fazlalığı ve anlam seyrekliği ile sorunum var. Bu sorun Atatürk’ün yazılı dilinde de vardır, herkeste vardı zaten, 1920 yılındaki Scientific American’da da var. Yazılı dil giderek yoğunlaştı, belki de yoğunluk sınırlarına dayandı.

Yeni bir dil tasarımına ihtiyacımız olabilir. III. Düzey bir uygarlığın dili bence İngilizce’den ya da Esperanto’dan daha iyi bir şey olmalı. İkinci bir lisans okumamın ilahi nedeni bu yeni dili yaratmak olsa, Amin derim, bir daha da müezzine eşlik etmem...



17 Kasım 2012 Cumartesi

Define


Sevgili İnci,

Ayın ilk dördünde, aynı bu geceki gibi, puslu bir havada düştük yola. Hava serindi, ama yürümeye başladıktan sonra insan hissetmiyordu soğuğu. Hacı Baba kamburu ve aksak bacağına rağmen hızlı bir tempo tutturmuştu. Bazen gerisinde kalıyor, ona yetişmek için adımlarımı hızlandırıyordum.

Hiç konuşmadan yürüdük. Eskipınar’a doğru gidiyorduk. Eskipınar’a kadar gidip gitmeyeceğimizi bilmiyordum. Nereye gittiğimizi, ne kadar yürüyeceğimizi bilmiyordum. Gece yarısından önce çıkmıştık yola. Hacı Baba "gel benimle" demişti. Ben de kalın yeleğimi giyip çıkmıştım. Define için gidiyorduk, başka bir nedeni olamazdı. Bu yüzden soracak, konuşacak bir şey yoktu. Bilmediği, belki sadece umduğu bir şeye dair bana ne anlatabilirdi? Belki bir hiç için gidiyorduk, belki Baba bu sefer turnayı gözünden vuracaktı. Eskipınar’ı geçtik. Kiğı yolunu kesip, tepelere doğru devam ettik. Bastığımız yer bazen kuru, bazen balçıktı. İlerde bir tepe kestirdim gözüme, ona kadar gidip gitmeyeceğimizi düşündüm. Tepeye kadar olan mesafeyi gözümle dörde böldüm. Yürüdükçe saydım, bir, sonra iki, sonra üç, sonra dört. Tepeyi geçtik, Azapert’e kadar gelmiş miydik? Bilmiyordum. Tanımıyordum. Baba’nın omuzları aynı hızla inip kalkıyordu. Çevremizde ayaklarımızın nemli toprağa bastığında çıkardığı ses dışında hiçbir ses, kıpırtı yoktu. Bir zaman sonra çevreme bakmamaya başladım. Baba’yı izliyordum. Sadece onun sırtını, kasketini ve elinde sallanan çuvalı görüyordum. Saatler geçti. Aklım boşaldı, sadece yürüdüm.

Hacı Baba yavaşladı. İkimiz dışında hiçbir şeyin olmadığı bir yere gelmiştik. Ne ağaç, ne çalı, hiçbir şey olmayan bir koyaktaydık. Burada toprak çok yumuşaktı, ayaklarımız iyice çamura bulanmıştı. Baba adımlarını dikkatle atarak yerde bir şeyler aradı. Sonra çömelip, elleriyle balçık toprağı eşeledi. Sonra elleriyle var gücüyle kazmaya başladı. Ben de yanına geldim, kazacak oldum. Ama yer kocaman siyah bir göz gibi açılmıştı bile... Bir obruğun üzerindeydik. Baba doğruldu, çuvaldan ip çıkardı, iple beline bir düğüm attı. "Beni aşağı sarkıt, işaret edince çek" dedi. Ben de "tamam" dedim. O gece son konuşmamız bu oldu.

Baba’yı aşağı sarkıttıktan sonra çukurun başından ayrılmadım. Ayaklarım, ellerim ayazdan üşümüştü. Sesler duyuyordum, ama aşağıda, karanlıkta ne olduğunu görmedim. Kısa bir süre sonra Baba "hoo" diye seslendi. Onu tüm gücümle çektim. Yukarı çıktığında üstü başı kat kat çamur içindeydi. O halini görünce korktum bir an, sonra ceketindeki çamurları temizlemek için yardım ettim. İpi belinden çıkardı, özenle halka yapıp, çuvalına geri koydu. Sonra önümden yürümeye başladı.

Köye geri dönüyorduk. Gece çok aydınlık değildi, ama Baba’nın vücudunun baştan ayağa parladığını görebiliyordum. Önce gözüm aldandı sandım. Tabiata ait olmayan bir ışık kaynağı gibi değildi, ama kesinlikle parlıyordu. Benim üstüm gece gibiydi, yayla gibiydi. Babanın başı, kambur sırtı, her yeri parlıyordu. Bir mezara inmiş olmalıydı Baba, kemik tozuna bulanmıştı. Çok zaman önce, çok insanın gömüldüğü büyük bir mezardan köyümüze dönüyorduk. Sabaha karşı köye vardığımızda, yorulmaktan başka bir şey geçmemişti elimize. 

Keşke Hacı Baba sağ olsaydı şimdi, yine kapımı çalıp, "gel benimle" dese, ben de hiç düşünmeden çıksaydım yola...

16 Kasım 2012 Cuma

Kağıt Havlu



Sevgili İnci,

Eve kağıt havlu ya da ıslak mendil alıyorum. Neden? Temizlik için. Güzel... Bunlara elim gittiğinde bazen o adam aklıma geliyor.

Netaş’da ar-ge’nin başında genç bir adam vardı, ünvanı direktör müydü? Adını şimdi anımsayamadım, ama yüzü gözümün önünde. Zayıf, yuvarlak gözlüklü, biraz modası geçmiş bir görüntüsü vardı. Yakışıklıydı bence. Onu gülerken hiç görmedim, hep ciddiydi. Siyah, kirpi gibi saçları vardı. Her halinden çok akıllı olduğu belliydi, saygı uyandırıyordu bende.

Netaş benim ilk iş yerim, pek çok şey benim için yeni. Neyin nasıl olduğunu öğreniyordum. Tuvaletler mesela, her daim temiz... Bir temizlik şirketinin çalışanları vızır vızır tuvalete giriyor, çıkıyor. Hep temiz tutuyorlar. İçimde şaşkınlık ve hafif bir mahcubiyet... Bu çalışanlarla yan yana geldiğimde acele ediyorum; onları kısa süre sonra tanıyorsun, ama selamlaşmıyorsun, onlar yokmuş gibi de davranamıyorsun... Daha aşınmamışım.

Tuvaletlerde "çok iyi" olan başka bir şey de kağıt havlu. Acayip lüks yani... Kağıt havluyu çekiyorsun istediğin kadar, elini kuruluyorsun. Kağıt havlu rulosu parça parça çizilmiş durumda, çekince insanın elinde bir parça kalıyor. Elimi yıkadıktan sonra kağıt havludan genelde tek bir parça çekiyordum. İsraf etmek istemiyordum. Ama tek parça da insanın elini tam kurulamıyordu, yine de tek parça ile yetinmeye özen gösteriyordum. İşe başladığım hafta içinde, bir gün ar-ge direktörü ile tuvalette rastlaştık, selamlaştık. Adamla işe başladığım gün tanıştırılmıştım, doğallıkla başka bir diyaloğum olmamıştı. Adımı hatırlamasa bile, ne iş yaptığımı, hangi okuldan geldiğimi bildiğine emindim. Belki adımı bile biliyordu. Elini yıkadıktan sonra, kağıt havlunun önüne geldi. Bir kez, iki kez, üç kez çekti havluyu. Üçüyle de aceleyle elini kuruladı. Sonra da nefret ettiği bir şeyden kurtulur gibi sert bir el hareketiyle kağıtları çöp kutusuna attı. Adam kapıdan çıkınca, ben de havlunun başına geldim, iki tane havlu çektim. Biraz hayal kırıklığına uğramıştım, "çüş" dedim içimden. Bir yandan da "oğlum, takıldığın şeye bak" diye kızdım kendime. Şehirde taşralılığı yüzüne vurulmuş acemi delikanlı gibiydim.

Yıllar sonra annemin misafir tuvaletine kağıt havlu koyduğunu görünce yine şaşırdım. Ar-ge direktörü neyse de, annemden beklemezdim bunu. Haydi annem koydu, babam nasıl müsaade etti? Zaman değişti.

15 Kasım 2012 Perşembe

Ludwig


Sevgili İnci,

Beethoven’ın babası ayyaş bir adam. Adamın küçük Ludwig’in sırtından para kazanmak dışında kayda değer bir projesi yok. O dönemde Avrupa’da müzisyen – besteci çocuklar ailelerine ciddi para kazandırabiliyordu. Küçük çocukların piyanoda zor parçaları çalmaları takdir ve hayranlıkla karşılanıyor, çocuğa ihsanlar veriliyordu. Müzikle ilgisi olmayan babası Ludwig’in yaşını olduğundan küçük göstererek bir süre şehir şehir gezmiş, ama umduğu ilgiyi bulamamış.

Beethoven tek başına yolculuk edebileceği yaşa gelince, kendini Mozart’a tanıtmak için Viyana’ya gidiyor. O zaman müziğin ve belki de sanatın başkenti Viyana... Mozart’ın konumu sağlam değil, pek parası yok, ama şöhreti büyük... Mozart’a haber veriliyor: “seni Ludwig van Beethoven adında bir çocuk görmek istiyor, çok güzel piyano çalıyormuş”. Mozart sıkılarak kabul ediyor, kendisi o sırada bir davette şov yapmakla meşgul. Ludwig içeri giriyor. Mozart, karşısında uzun boylu sıska bir delikanlı bulunca gülüyor, “yav senin neren çocuk, kocamansın sen!”. Ludwig diyor ki : “ben on yedi yaşındayım”. Mozart şaşırıyor : “üstelik yaşını göstermiyorsun, seni daha küçük sanmıştım” Mozart o tarihte otuzlu yaşlarda...

Beethoven davetlilerin meraklı sessizliği içinde piyanoda önceden hazırlandığı bir parça çalıyor. Hiç fena değil, ama Mozart kuşkuyla yaklaşıyor, delikanlının önüne daha önce görmüş olamayacağı notalar koyuyor. Ludwig zorlanmıyor, hatta emprovizasyon yapıp, devam ettiriyor müziği. Mozart çok beğeniyor delikanlıyı, davetteki züppelere “bu çocuğa dikkat edin” diyor. Sonra aralarında şu diyalogun geçtiği rivayet ediliyor:

Ludwig : Ben de sizin gibi operalar, senfoniler bestelemek istiyorum. Ne yapmalıyım?
Wolfgang : Onlar için daha erken, senin öncelikle...
Ludwig : Ama siz...
Wolfgang : Biliyorum, ben senden daha küçük yaşta o tür müzikleri bestelemiştim.
Ludwig : Evet, o zaman?
Wolfgang : Ama bir fark var. 
Ludwig : Nedir?
Wolfgang : Ben kimseye neyi nasıl yapacağımı sormamıştım.
Ludwig : Anlıyorum...

Bu diyalogun yaşanıp yaşanmadığı bilinmez tabii, ama bence Mozart’ın karakterine gayet uygun bir diyalog. 

Ludwig kesinlikle çok çalışkan bir adam, elbette çok yetenekliydi, ama “prodigy child”lığın ekmeğini yemiş biri değil. İlk yaptığı müzikle, sonuncusu arasında inanılmaz, gerçekten inanılmaz bir mesafe var. Şu açıdan bana moral veriyor: Belki ben de zaman içinde daha güzel şeyler yazarım, bir şeyler üretirim... Sırtımı verecek bir yeteneğim yok, ama azimliyim. Şu Dağlarca’nın hayal ettiği büyük kütüphanede bana ait küçük bir şey olur belki. Neden olmasın?

Bugün pek çok açıdan unutulmayacak bir gündü.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Anlatıcı


Sevgili İnci,

Beethoven Große Fuge, gerçekten büyük müzik. Gürültülü ve yorucu. Pek çoğumuzun hayatı gibi. Orasından burasından çekiştirdiğimiz, payımızı aradığımız bir değerler bütünü içinde, başımıza gelen haksızlıklara isyan ediyoruz. Fuge bir isyan içinde. O gürültü, o mücadele bitmiyor. Große Fuge’ün sonunda, o gürültünün arasında bir anda tüm müziği aydınlatan, zamanı durduran büyük bir uyum an’ı var. Bir son söz… Hatta, o an’a kadar hiçbir şey söylenmemiş ve birikmiş olan her şey bir anda söyleniyor gibi… Bu müziğin o anında senin tiyatrocuların bahsettiği katharsis midir bilmem; defalarca dinledikten sonra bile, insanın gözüne toz kaçıyor. Ne hissediyorum? Bugün, bu akşam, umutsuzluk hissettim, ölümün çok yakın olmasını hissettim ve iyilik, peygamberlerin iyiliğini hissettim, büyük bir kalp... Hepsi aynı anda var. Bu benim ölümüm mü, benim kalbim mi? Sonuçta her zaman dinlenebilecek bir müzik değil bu. Bu müziği senin elektronik ortamdan dinlememeni tercih ederim. Bunu canlı dinlemeni çok istiyorum, canlı dinlediğimizi hayal ettim. Neden? Şimdi açıklamak zor; ama sanırım anlamlı, güzel bir nedeni var. Bu müziği galiba biraz da görmek lazım. Böyle bir konser olup olmadığı takip edeceğim. Rastlamak zor olmaz.

Bazı insanlar büyük umutsuzluklar hissettiğinde bir yolculuğa çıkar ya… Sanırım boşluğa mektup yazmanın – bir yolculuk kadar olmasa da – rahatlatıcı ve avutucu bir etkisi var. Eğer birine bir şey anlatmıyorsan, anlatacak bir şeyin olmuyor. İlkel tasarımımızın kalıntısıdır herhalde, insan anlatmayacaksa, duymuyor, görmüyor da. Anlatmayınca ölüyorsun, zombi oluyorsun. O yüzden sen olmadığında, sen yanımda varmışsın ve beni dinliyormuşsun gibi, sana anlatıyorum bazı şeyleri. Yorumlarını alıyorum, genelde sessizce dinliyor, bazen takdir ediyorsun beni. Bazen, eğer yeterince havaya girmişsem, inan ki cevap verip, eleştiriyorsun. Bu tabii, olunca çok güzel oluyor. O zaman diyaloglar tekrar tekrar dönüyor. Güzel bir cümle bulunca bunun aklımda tekrarını oynatıyorum. Memnuniyet içinde… Kesinlikle acıklı ya da saçma değil, gayet güzel, tatlı bir oyun bu.