22 Şubat 2012 Çarşamba

Tavara

Sevgili İnci,
Uyuyordum. Kapının zilini duydum. Belli belirsiz “lilili....”, kapının telefonunun sesi... Yataktan kalktım, gözlerimi açamadım doğru dürüst. Şaşırdım, bu saatte gerçekten biri kapıyı mı çaldı, yoksa güvenlikten mi aranıyordum? Kapının deliğinde ışık vardı, meraklandım. Delikten bakınca doğru dürüst bir şey göremedim. Biri hareket etti dışarda, sanki kısa bir konuşma duydum. Sonra yaslandı kapıya, karanlık oldu. Yaşlı bir adam mıydı? Babam, yoksa annem? Bir elim kapının üst kilidinde, “kimsin” diye sordum. Cevap gelmedi. “Kimsin” diye bir daha  sordum, biraz daha yüksek bir sesle. Dışardaki ya da dışardakiler hareket ettiler, ama cevap vermediler. Eğer babamlarsa neden cevap vermiyorlardı?
Sonra düşündüm, “bu gerçek mi” diye. Bu çok rahatsız edici bir duygu... Hatırlıyor musun, o noodle yediğimiz yerde “burası neresi” diye soruyordum. O zaman hissettiğim şeyde hem çok keyfili, hem de çok endişe verici bir yan vardı. Kapının arkasında, kaybolmuşluğun o endişe kısmını yeniden yaşadım. Bu rüya mıydı, yoksa yataktan kalkıp, kapıya kadar gerçekten gelmiş miydim?
Sonra mekan büküldü, kapı eğildi. Kapının arkasından daha şiddetli gürültüler geldi. Havada bazı görüntüler vardı, hayalet gibi, ele ele tutuşmuş çocuklara benzettiğim şekiller önümden geçiyordu... O zaman uyanmadığımı anladım. Sorguladığım gerçeklik birini kızdırmış gibiydi. Sanki önceki mizansene inanmam, başka bir şeyler yapmam, kapıyı açmam, vb. gerekiyordu. Bunu yapmayınca gazaba uğramıştım. Kalkmak istedim, ama kalkamadım. Nefes almak istedim, alamadım. Tavara gelmiş, göğsümün üzerine oturmuştu. Hareket edemiyordum, uçuşan görüntüler ve kapının dışındaki sesler canımı sıkıyordu. Kalkmak için sıktım kendimi, can havliyle güçlü bir hamle yaptım.
Sonra uyandım, biraz açılmışım, biraz üşümüştüm. Kapşonu başıma geçirdim. Sol kulağım sıcak dursun istiyordum, ama bir süre sonra bunaldım, kapşonsuz uyudum.
Tavara’nın ne olduğunu bana babam söylemişti yıllar önce, ne olduğunu dün gece öğrendim. Görür görmez tanıdım onu. Bence Tavara dişiydi, yaşlı bir kadındı, ama güçlü bir kadın, bir cadı. Duygusu öyleydi...

13 Şubat 2012 Pazartesi

13 Şubat

Sevgili İnci,

13 Şubat Dünya Radyo Günün kutlu olsun! Unesco baba sonunda radyonun ne kadar harika bir şey olduğuna karar vermiş. İstanbul trafiğinde radyo olmasa, ne yapardık?

13 Şubat ayrıca, en güzel yolculuklara çıkmadan önce yapılan hazırlıkların günüymüş. Bugün göçmen kuşların Afrika'dan çıkmaya karar verdikleri, göç hazırlıklarına başladıkları gün.

13 Şubat ayrıca, geleceğe umutla bakma günüymüş. Dünyanın karanlık kuzeyinde, kışın kasveti bugün dağılmaya başlarmış. Şöyle denir:

"...Eski zamanlarda, toprağın altındaki cinler insanların kötülüklerinden, merhametsizliklerinden beslenirlerdi. Alttaki cinler, yukardaki her kötülük ve acımasızlıkla büyür, güçlenirlerdi. Yeryüzüne çıktıklarında da, insanlara biriktirdikleri haksızlıkları ve kötülükleri felaket olarak geri verirlerdi. Depremler olur, toprak kayar, kıtlıklar yaşanırdı.

Bir gün bu cinlerden üç tanesi (Yam, Kuz, Sak) aralarında anlaşıp beklemeye başlamışlar. Uzun süre yeryüzüne çıkmamışlar. O kadar çok kötülük biriktirip, o kadar güçlenmişler ki, yeryüzüne çıktıklarında, tüm dünyada sonsuza kadar sürecek bir kışı başlatmışlar. Nehirler donmuş, toprak donmuş. Kar ve tipi eksik olmamış. Hayvanlar azalmış, kabileler yiyecek bulamamışlar.

Kabilelerin önderleri, tanrılara yalvarmaktan umudu kesmişler. Dağda yaşayan demirci Tuva'yı görmeye karar vermişler. Çünkü Tuva yaşayan en bilge ve en doğru insanmış. Önderler Tuva'nın mağarasına gidince şaşırmışlar, çünkü içerisi sıcacıkmış, mağaranın içinde, hiç sönmeyen, büyük bir ateş yanıyormuş. Tuva ateşten bir kor almış ve önderlere demiş ki, "bu koru içinizde hiç kötülük yapmamış ve hep merhamet etmiş olan kimse, dışarı çıkarsın..." Önderlerin hiçbiri öne çıkmamış, ses çıkarmamışlar. Sonra Tuva, koru bir buhurdanlığa koymuş, mağarasından dışarı çıkmış ve karda yürümeye başlamış. Ovaya indiğinde bir ata binmiş, ovada at sürmüş. Yanında taşıdığı kor hiç sönmemiş. Sonra buhurdanlığı buz tutmuş nehrin üzerine bırakmış, buzu eritmiş, kor suya düşmüş, su bile kor'u söndürememiş. Sonra buhurdanlığıa toprağa gömmüş ve tüm dünya yeniden ısınmış..."

Tuva'nın kor'u havaya çıkarmasına birinci cemre diyoruz. 13 Şubat gibi oluyor. Suya sokmasına ikinci cemre diyoruz. 24 Şubat gibi oluyor. Kor'un toprağa gömülmesine de üçüncü cemre diyoruz. 10 Mart gibi oluyor. Cemre, "kor, ateş" demektir.

13 Şubat gerçekten harika bir gün!

Katok i Skripka

Sevgili İnci,

Şu son izlediğim filmden etkiledim. Tarkovski'nin üniversite mezuniyet projesiymiş bu. Böyle proje olmaz olsun... Millet şu an, 50 yıl sonra, televizyonda daha iyi bir şey izlemiyor. Filmi izlemediysen, bu mektubu okumamalısın. Mektubun sonuna kadar filmle ilgili duygu  - düşüncelerimi yazacağım.

Anlatım bildiğimiz Tarkovski’ye benziyor, o sulara dalıp gitmeler, sahneyi ele alış şekli. Kapalı, metaforlu bir anlatım. Film baştan sona metafor zaten. Silindir ve keman, birbirine en uzak (?) iki nesne. Ama içerik bildiğimiz Tarkovski değil, bu beni şaşırttı.

Basit ve zarif bir hikaye var. Bir yandan da neredeyse propaganda gördüm. Öyle zarif bir propaganda ki – inanç seviyesinde. Bu film komünizmin övgüsü ve sovyetlere olan inancı dile getiriyor. Bazıları çıkıp diyebilir ki: Tarkovski tanınmak için, yer edinmek için özellikle böyle bir şey yapmıştır. Bence pek inandırıcı olmaz, çünkü Stalin öleli sekiz yıl olmuş, ülkededeki koyu baskı ortamı dağılmış, ya da dağılmak üzere. Ayrıca bu konuda Batı’nın formülü basit olmuştur: Sovyetlerde, Sovyetleri öven her şey “baskı” sonucudur, iyi şeylerin hepsi de rejim tarafından eleştirilmiştir. Tamam, bu duruma uyan bir sürü örnek olabilir, ama gerçeklerin bu kadar köşeli olduğunu sanmıyorum.

Film 1960 yılında çekilmiş, Sovyetlerdeki halkın belki de kendine olan güveninin en üst düzeyde olduğu dönemde. Ülke sanayileşiyor, tüketim ekonomisi büyüyor. Uzay çalışmaları devam ediyor, uzaya uydu ve köpek gönderilmiş, bir yıl sonra Gagarin uzaya gidecek. Filmin çekildiği Moskova’da karanlık değil, aydınlık bir hava var. O yıllarda yönetimin insanlara hissettirmek istediği sanırım şöyle bir şeydi : “Biz Batı’dan daha iyi bir hayat yaşıyoruz – yaşayacağız. Bilimde, sporda, sanatta liderlik yapacağız. Ve bunu iyilikle, prensiplerle yapacağız (diğerleri gibi ahlaksızca değil)...” Elbette, laflarda bolca Lenin, Stalin falan var, ama bence insanlara nüfuz eden asıl duygu, geleceğin parlak olduğu ve iyi yaşayacaklarıdır. Bu duygu, tüketim ekonomisi ve Hollywood’un gelişmesiyle 1970’lerde bozuldu. 1980’de de herhalde tümüyle kayboldu. Kaldı ki, bana göre 1960 için bu film Sovyet resmi makamlarınca çok da pozitif bulunmuyordu, o yıllarda “propaganda”dan beklenti çok daha ağır, karikatür şeylerdi.

Filmde hafif klişe bir sahne var. Eski bir bina yıkılıyor. İnsanlar izliyorlar. Bina yıkıldıktan sonra, uzak arkada Stalin zamanında yapılmış büyük bir bina görülüyor. Çocuk gülüyor. Eskinin yıkılması ve yeninin yapılması ne müthiş şeydir! Güzel, ama bu Mayakovski için samimi bir duyarlıktı. Yani 1920 için. Çocuğun sahnede sürekli gülmesi bence aşırı olmuş. Gülümseyebilirdi, ya da sadece izleyebilirdi, bu daha doğal olurdu. Bu filmde genel olarak kemancı çocuktan pek emin değilim. Fazla temiz yüzlü, şişko biraz. Ama öyle mi olması gerekiyor? Belki de... Bir de çalmıyor kemanı. Çalıyor bir şeyler, biraz çalmayı biliyor, ama seslendirilen parçayı çalmıyor elbette. O yıllar için normal olabilir, ama bugünden bakınca sakil duruyor. Belki biraz daha basit bir parça seçilebilirdi.

Silindiri kullanan Sergei benim gördüğüm en baba komünistlerden biridir. Yaratılmak istenen adam buydu işte. Sana komünist kelimesi nasıl olumsuz şeyler çağrıştırıyor ve gözünün önüne nasıl tuhaf bir mahluk (!) geliyorsa, benim gözümün önüne komünist denince gelen adam net olarak Sergei’dir. Bu adam güçlü, sağlıklı, kibar (ama aşırı değil) ve açık bir adamdır.

Bir iki sahne vardı, Sergei makineyi tamir ediyor, sonra kemanın kutusunu tamir ediyor. Burada tamirin görev icabı olması ya da yardım etmek durumu tamam, ama şunu söylemek mümkün: Sergei bir şeyleri tamir etmeyi seviyor. Bu özelliği ona net bir şey kazandırmayabilir; Sergei'de bir şeyleri iyileştirmeye, geliştirmeye duyulan sevgi ve heyecan var. Haksızlığa müdahale ediyor, dışa dönük, “kendi işime bakarım” durumunda değil. Ama kemancı çocukla yürürlerken, başka bir çocuğa zorbalık eden oğlana müdahale etmiyor (çünkü bu doğru değil), hatta kemancı oğlanın dayak yemesine, üzülse de müdahale etmiyor. – ki bu da doğru. “Hayatın içindelik” var burada. Bu da komünizmin çok önemsediği bir şeydi. Prensipler önemlidir, evet, ama pratik her şeyin üstündedir. Bazı olumsuzluklar hayatın akışında yaşanmalıdır, hayat steril değildir. Aşırı strelizasyon burjuva alışkanlığıdır. Yere düşen ekmeği yememek ya da çocuğuna başka bir çocuğun vurmasına asla tahammül etmemek... Bence Sergei üzerinden bir takım eleştiriler de var. Mesela Sergei’nin silindire çocuğu bindirmesi ve yolu sürdürmesi... Bu normalde prosedüre / kitaba aykırı... Düşününce oysa, bir çocuk silindire bindi ve mutlu oldu, ne var bunda, büyütülecek bir şey yok. Sergei kendinden emin, çocuğun silindiri sürmesini çok da önemsemiyor. Bu filmi o yıl izleyen resmi makamın o sahneden rahatsız olacağını tahmin ediyorum, o yılların psikolojisi farklıydı. Sovyetler’de o yıllarda sonradan insanları canından bezdirecek bir bürokrasi palazlanıyordu. Kemancının annesine de benzer bir eleştiri var. Çocuğa sütü kaynatmadan içirmiyor, oysa sokaktaki herkes sütü olduğu gibi içiyor. İnsanlar sinemaya gitmeyi seviyor, çünkü bu eğlenceli bir şey...

Benim kalbimde hissettiğim komünizm tam da bu işte... İnsanların özgür olması, oldukları gibi olabilmeleri... İnsanların çoğu özünde barışçı, üretken ve eğlencelidir çünkü. Bu yönlerimiz çok törpülendiği, büküldüğü için görmüyoruz. Bendeki komünizm imgesi daha çok bunlarla ilgilidir. Ve evet, bu toplumu kapitalist üretim tarzıyla, tüketim ekonomisiyle sağlayamayız, vs... Ama geri kalan tüm laflar detaydır, komünizm meselesinde asıl konu bence insanların özgürlüğüdür.

Sergei’nin “müzik işçisi” lafı çocuğu kızdırıyor. Ne müthiş bir şey o! Ama bunu söylemesinden daha etkili olan, yıkık bir binanın içindeki sahne var. Çocuk rezonanstan bahsediyor. Daha iyi rezonansı bulacağı yere gidiyor. Sergei çocuğu daha iyi anlıyor, ikisi de teknik bir düzleme geliyorlar. Aslında ikisi de işçi... Çocuk o gün evde üç saat çalışırken, Sergei de aşağıda üç saat çalışıyor. Birbirine bu kadar uzak iki “iş” için de çalışmak gerekiyor, teknik bilgiler gerekiyor. Ve bu iki iş de değerli, birbirlerine bir üstünlükleri yok. İki işçi de çıkışta birlikte sinemaya gidebilir / gitmelidir. Sanatın ilham perileri ya da arınma törenleriyle ilgisi yok. Sanat yaratıcı bir çalışmadır, öncelikle çalışmadır, tekniktir, metotların uygulanmasıdır.

“Ekmekler ağaçta mı bitiyor” kısmı zirve, oraya bir şey demiyorum. O sahnede gerçekçi bir ayrıntı var. Çocuk belki ikna olmasına karşın, ekmeği yerden almıyor. “Hatasını anlayan çocuğun” yerden ekmeği alması ucuz bir görüntü olurdu. Onun yerine adam alıyor ekmeği, çocuk bir süre sonra gururdan vazgeçiyor – ki çocuklarda böyle olur genelde...

***

Silindir işçisi ve kemancı benzer şekilde yaşamayı, benzer evlerde oturmayı hakederler. Birbirlerine uzak olmayan lükslere sahip olmalıdırlar. Aynı sinemaya gidebilmeli, arkadaş olabilmelidirler. İkisinin de düşünceleri, hakları eşit değerdedir; özgür olduklarında ikisinin de iyiliği güçlüdür, dünyayı daha iyi bir yer yaparlar. Önemli olan da budur. Film tam bunları söylemiyor, ama bana bunları söyletti...

Tuhaf bir şey daha düşündüm. Sen babanın ne kadar komünist olduğunun farkında mısın? Ki benim babam da öyledir. Koşulları, çevreleri farklıydı mutlaka, ama tanıdığım kadarıyla ikisinin gençlik halleri bence Sergei'den çok da farklı değildi. :)

11 Şubat 2012 Cumartesi

Düş

Sevgili İnci,
İstanbul soğuk, ama kar eridi bugün, güneş vardı. Umarım yılışıklık olarak almazsın, fotoğrafın (şu elinde fotoğraf makinesi ile soğuktan üşümüş ve çok sevimli olduğun fotoğraf) o kadar güzel ki... Eşyaların içinde çok acayip duruyor. Bir çocuk ya da kedi yavrusu gibi, gülümsetiyor insanı...
Eşyalar çok değersiz. Neredeyse küçük burjuva bir evde büyümenin zararlarından bu. Eşyaları değerli sanıyorsun ister istemez. Bu sende yoktu hiç. Bir eşyayı çok sevsen, bayılsan da ona, bilirsin değersiz olduklarını. Ben geç anladım. Her şey sırasıyla pullarından arınınca, pek az şey kalıyor elde. Aslında çok yoksuluz, görmezden gelerek, kandırıyoruz kendimizi. O kadar yoksuluz ki, var olmamız anlamsızlığın kıyısında.
Zamanımın yarıdan fazlası mükemmelik, müşteri memnuniyeti, kalite gibi yalanlarla geçiyor. Buna dayanamak hiç sorun değil, ama gördükleri tiyatroyu gerçek sanan şapşallar iç sıkıntımı arttırıyor. Çok sevdiğim, çok önem verdiğim insanlar belli. Onların dışındakiler, aynılar. Hepsi aynı, oynanan tiyatro evrensel.
Çok canın sıkıldığında, kimseyle konuşmak istemediğin zamanlar olurdu. Merak ediyorum, o zamanlarda hissettiğin şey, neydi? İki radyo dalgası havada, birbirini nasıl anlasın?
Rüyaydı bu, oradan geldi lego meselesi. “...Ben lego adam gibi bir şeyim. İşlevlerim var, uzay gemisi gibi, acayip büyük bir şeye tutunmuşum. Bazen bir değişiklik oluyor, bir parçamı alıp elde tutuyorum, sonra başka bir yere takıyorum. Sonra uzay gemisi atıyor beni. Tüm parçalar havada düşüyor. Sonra parçaların dışındayım, izliyorum onları. Parçalar tuhaf hareketlerle havada birleşiyorlar. Çok yüksekten, onbinlerce metre yüksekten dünyaya düşüyorlar. Bu yüzden düşüş çok uzun sürüyor. Düşmenin korkutucu birdenliği ve keskinliği yok. Bisiklete binme duygusunda düşüyor parçalar. Sonra yeniden parçaların üzerindeyim, ya da onlarla birlikteyim bir şekilde. Düşüyoruz. Dünya haritasına bakıyorum, inceliyorum, sakinim...”  Yani “düş” kelimesinin hakkını veren bir düş oldu.

9 Şubat 2012 Perşembe

Lego

Sevgili İnci,
Bir saat kadar önce mektuba başladığımda kendimden bahsediyordum, bambaşka ve sevimsiz bir şey yazıyordum. Sonra “lego” kelimesi işi bozdu. Daha neşeli şeyler aklıma geldi. Diyorum ki İnci, lego büyük oyuncak... Şu ıssız blog’dan, tarihe not ediyorum : dünyada çok şey lego olacak. Kehanetim budur...  
Herkes kapitalizmin dizginlenmesini istiyor. Herkes regülasyondan, kurallardan, şemsiyelerden bahsediyor. Büyük kapitalistler, patronlar dahil, bunu istiyorlar. Time’da okumuşsundur bunları. Koca koca CEO’lar oturmuş, Warren Buffet ağzı ile konuşuyorlar, "dünya böyle devam etmemeli" falan diyorlar. Lego bu duruma uygun, yani akılcı bir kapitalizm, capitalism v2.0... Legonun parçaları ve onların tasarlanması regülasyondur. İstediğin şeyi eklemleyemiyorsun, kullanacağın parça o dünyanın kurallarına, standartlarına uygun olmalı. Lego parçasına bant yapıştırılamaz, parçalar bükülmez, yamultulamaz. Sistemin onaylamadığı bir şey bütüne eklenemez. Ama parçalar belirlendikten sonra, onların kullanımı serbest. Dünyanın beklediği değişim bence bu. Bir gün, uygarlık düzeyimiz, servis ve ürünleri oluşturan lego parçalarının küçüklüğü ve karmaşıklığı ile ölçülecek. Çok küçük lego parçaları, çok karmaşık tasarımlara gidiyor ya, dünya da öyle olacak...
Sevimsiz binanın içindeyim. Mesela Superonline var, Doğan Telekom var. Bu binaya kablo çekiyorlar. Sonra insanlara modem satıyorlar ya da ödünç veriyorlar. Sonra biz internete giriyoruz. Çeşitli tarife seçenekleri var. Her yerde, her sektörde aynı şey... Lego dünyasında bunlar çirkin modeller. Kimse binaya ayrı ayrı kablo çekmemeli, o ne israf öyle? Fiber kablo binanın demirbaşı olmalı. İnşaatçılar istedikleri üreticiden fiber alıp, şebekeye bağlantı kuracaklar. (Lego 1) Modem servis sağlayıcıdan değil, Kadıköy’den alınacak. 40 tane üreticisi var modemin, ister Türk malı, ister Çin malı. (Lego 2) Sonra servis sağlayıcı seçeceğiz, diyelim Superonline’ı seçtik. (Lego 3) Her servis sağlayıcı standart her modem ve standart fiber altyapı ile çalışacak. Normalde bir sürü  tarife var. Bu kadar çok seçeneğe gerçekte tüketicilerin ihtiyacı yok. Tarifelerin hepsi regülasyonca onaylanmış pool tarifeler olacak, gayet esnek ve iyi tasarlanmış, 3-5 tarifeden fazla olmayacak. Servis sağlayıcı tarife pool’undaki tüm tarifeler için bir katsayı önerecek. Firmanın tek “pricing” aktivitesi bu katsayıyı belirlemek olacak. İstediğimiz tarifeyi alacağız. (Lego 4) Hatta tarifenin bir önemi de olmayacak, sistem bize otomatik olası en ucuz faturayı çıkaracak. Çok kullanan çok, az kullanan az ödeyecek, bu kadar basit. Mesela, servis sağlayıcıya bir arkadaşını getiren, ücretsiz bir şey kazanmayacak. Bu tarz modellerden bıkmadık mı artık? Bunların tüm sürece, tüm endüstriye ne faydası var?
Sonuçta ne olacak? İnsanlar kolayca, özgürce internet servisi alabilecek. Her şey özel teşebbüs marifeti ve regülasyon şemsiyesi ile olacak. Aslında hiçbir inovasyona ve yarara dönüşmeyen aktiviteler önlenecek. DSL servis sağlayıcının marketing ve advertising aktiviteleri gibi. Bir ürünü alırken, onun reklam masraflarını neden ödeyelim ki? Bundan daha mantıksız ne olabilir?
“Bu modelde servis sağlayıcı olmak hiç karlı olmaz” diyebilirsin. Ama olmasın zaten... DSL servis sağlayıcılık çok karlı bir iş olmamalı, basit bir iş bu. İnovatif bir iş değil. Küçük oyuncuların dahil olabileceği, çok rekabetçi, az karlı bir iş olmalı. DSL servis sağlayıcı, bir takım içerik servisleri sunabilir. Bir içerik kütüphanesi kurup, bizi o kütüphaneye eriştirebilir. Bunlar güzel şeyler, oralarda farklılık yaratabiliyorsa, yaratsınlar..
Düşünsene, GSM şirketlerinin marketing’inde yüzlerce kravatlı, topuklu ayakkabılı şahsiyet var. Telefon faturalarında neden onların da parasını ödüyoruz ki? Telefonla konuşalım, sistem o operatörde konuşabileceğimiz en uygun fiyatı belirleyip faturayı bassın. Aylık 250 MB interneti 6 TL’ye satıyorlar, ama müşteri o paketi almazsa 500 TL fatura çıkarıyorlar. Bu çok saçma. Telekom şirketleri, genele hiçbir fayda sağlamayan marketing aktiviteleri yerine, yeni teknolojilere ve yeni içeriklere yatırım yapmalıdır. Bunu teşvik edecek bir altyapıyı da regülasyon oluşturmalı. Ve evet, bu bence gayet serbest bir piyasa olur, ama oynanacak lego parçalarını baştan seçmeliyiz. Kullanışlı, başka parçaların eklenmesine müsaade eden, güzel, dayanıklı parçalarımız olmalı. Bu tarz yapılanma rekabeti öldürmez, ama rekabeti yaratıcılığa ve yeni teknolojilere itecek. Yaratıcı ve yenilikçi olmayanın rekabet edecek bir numarası olmayacak...

7 Şubat 2012 Salı

Beşiktaş


Sevgili İnci,

Köpek çok yaşlı... Köpeklerin yaşlı oldukları gözlerinden anlaşılıyor. Tam insanlarınki gibi değil, ama kedilerin, köpeklerin yüzlerinde de kırışıklıklar oluyor. Kocaman, çok güzel bir köpek...

Beşiktaş sokakları. Akşamın geç saatlerinde delikanlılar, serseriler dışarda. Yağmur yağıyor, çok sevdiğim bir yağmur bu, su birikintileri var. Su birikintilerine damlaların düşmesini izlemek beni mutlu ediyor.
Kötü bir fotoğraf, telefonla bu kadar oldu. Bir apartmanın önüne battaniye sermişler. Neden? Yanına yaklaştım, sevdim onu. Bana çok iltifat etmedi, ama sevdirdi kendini. Köpek titriyordu. Şaşırdım. Kocaman, yağlı bir hayvandı bu. Hava o kadar da soğuk değil. Üzüldüm. Hasta olmalıydı, ya da başka bir şey... Bunu bilen, seven biri oraya battaniyeyi sermiş olmalıydı. Ben bu fotoğrafı senin için çektikten beş on saniye sonra, bir delikanlı benim akıl edemediğimi yaptı. Geldi köpeğin yanına, battaniyenin yerdeki kısmını onun üzerine örttü. Sonra gayet doğal, sokağa döndü, serseliğine devam etti. Yürüdüm, biraz ilerde yerde köpek maması gördüm. Esnaf, ya da gençler, bu hayvanı seviyor, yaşatmak istiyordu. Su birikintilerine basa basa, yavaş yavaş yürüdüm. İlkgençliğimde de böyle yürürdüm akşamın gecinde. Aksaray'dayken. Annemi özledim. Bugün konuştum anacığımla, iyiler...

6 Şubat 2012 Pazartesi

Biz

Sevgili İnci,

"Bir zamanlar Anadolu'da"yı düşündükçe daha çok sevdim. Tüm sanatlarda "bir şey anlatmak" ne kadar önemli... Derinliği olan insanlar ve derinliği olan düşünceler, sanırım her zaman yolunu bulur. Güçlü bir sanat için, araçları iyi kullanmak önemlidir elbette, ama asıl olan güçlü düşüncelerin olması... Bunu bir gün konuşmuştuk, hatırlıyorum...

Türk insanı, belki de "doğu"nun insanı, yaşadığı zorlukları, düştüğü uçurumları bir batılı kadar açık ifade etmiyor. Davranışlarının arka planında anlatılmayan bir hikaye var. Biz böyleyiz. Batılılar böyle değil. Biz düz yolların yerine patikaları seviyoruz. Akılcı değil bu, akılla hareket etmiyoruz; akıllı bir elbisenin içinde, sekteye uğramış, muradına ermemiş istekleri yaşıyoruz. Belki bunların hepsinin kökeni bireysel zayıflıklar, çocukluktan başlayarak baskı gören bireyin özgürleşememesi. Bilmiyorum. İma'nın, mecazın, gönül yaralarının, yüklü sessizliklerin çocuklarıyız.

Doktorun otopsi sonucunda söyledikleri bence böyle bir şey. Bize yakışan bir durum. Ne kadar Türk olduğumu bu olay üzerinden düşünüyorum. Otopsi sonucunu öyle mi yazdırırdım, yoksa olduğu gibi mi? Aldığım eğitim, kişiliğim ilk elde gerçeği yazdırmak isterdi. Sonuçta farklıyıdm, farklı büyüdüm, yabancı gibi. Ama doktoru da çok iyi anlıyorum, öyle de yapabilirdim. O sende çok güçlü olan vicdan, gönül bende yok. Son yıllarda içimde büyütüyorum, geliştiriyorum... Ve yeterince güçlendiğinde o vicdan, o zaman insan bu tarz kararları ölçüp biçmeden, rahatça verebilir. Ve böylece daha bilgece davranabilir. Sonuç her zaman pişman olmayacak bir gelecek sunmayabilir belki, ama yüksek bir vicdanın peşinden giderim... Belki de, anlatmaya değer bir hayat hikayesi olan insanların ortak özelliğidir bu.