29 Ocak 2012 Pazar

Çifte Vav



Sevgili İnci,
“Çifte vav”ı sanırım ilk defa Edirne Ulu Cami'nin içinde görmüştük. Ne güzel, ne zarif bir tasarım...
Vav harfi, Allah’n “Vahid” ismini simgeliyor. Vahid’in anlamı : kendisinden başka olmamak, zâtında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde, fiillerinde ortağı, dengi ve benzeri bulunmamak. Vav’ın ebced hesabındaki değeri 6. İki vav yan yana yazılınca 66 yapıyor. Bu da Allah... Levhalara, duvarlara çifte vav’ın yazılmasının nedeni 66...

Osmanlı’da sadece camilerde değil, başka yapılarda, kitaplarda da çifte vav sıklıkla kullanılmış. Oysa benzer yerlerde yazılan ifadelere pek de benzemiyor, görünürde hiçbir mesajı yok. Yani bir ayet ya da hadis değil, bir isim değil. İki şeyi gösteriyor olsa gerek: Osmanlı’da hat sanatının derinliğini ve Osmanlı’nın bâtın’a, tasavvufa olan eğilimini... Varlığı gizli olan, ancak insanların çalışarak, kendilerini terbiye ederek varlığına emin olacakları ve onunla birleşecekleri bir gerçeği arama isteği... Bence çifte vav’da bunun bir yansıması var.

Mustafa İzzet Efendi 1801’de doğmuş, büyük bir hattat. İstanbul’da çok büyük üne sahip, sonradan kazaskerliğe kadar yükselmiş. Ayasofya’daki büyük levhaları yazan adam buymuş... Devir II. Mahmut devri. İzzet Efendi özellikle çifte vav yazmakta eşsizmiş. 40 Levha 40 Yorum kitabında şöyle bir hikaye var:[1]

İzzet Efendi bir gün Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçecekti. O zaman Boğaz’da buharlı gemiler çalışmaya başlamamıştı. Bir yakadan ötekine geçecek olanlar “pazar kayığı” denilen büyük dolmuş mavnalarına binerlerdi. Ona yetişemeyenler ise tek başına (ve daha pahalı) bir kayık kiralayıp öyle geçerlerdi. İzzet Efendi’nin o gün acele bir işi vardı, kıyıda müşteri gözleyen kayıklardan birine atlayıp Kabataş’a çekmesini söyledi. Kabataş iskelesine yaklaşırken, kayıkçının ücreti ödemek için koynuna el atıp kesesini çıkarmak istedi. Fakat o da ne, anladı ki evden acele çıkarken keseyi almayı unutmuştu. Kıvranmaya başladı. Kayıkçı da iyi yarı, kaba saba bir adamdı. Ne diyeceğini düşünürken, aklına bir çare geldi: “Bak evladım, para kesemi evde unutmuşum. Yanımda sana verecek bir akçe bile yok. İstersen adresimi vereyim, akşama gel paranı al, isersen yarın sabah ben gelip seni iskelede bularak borcumu ödeyeyim.” Kayıkçının canı sıkıldı, bir şey demedi. O sırada İzzet Efendi başka bir şey düşündü: “Evladım, ben hattatım, hattatlık nedir bilir misin? Sana bir çifte vav yazayım. Sahaflar çarşısında kime götürecek olsan, sana bu kayık ücretinin elli mislini verirler.” Kayıkçı bu işten pek hoşlanmasa da, İzzet Efendi koynundan küçük bir kağıt parçası çıkardı. Belindeki divit kalemle hemen oracıkta kağıdın üzerine bir çifte vav çekti ve kayıkçıya uzattı.

Birkaç gün sonra boş bir zamanında kayıkçının yolu Beyazıt’a düştü, sahaflarda önüne gelen ilk dükkana girip, kağıt parçasını uzattı, “efendi şu kağıt para eder mi” diye sordu. Bilgili sahaf hemen atıldı: “Ooo, bu İzzet Efendi’nin çifte vav’ı. Ne istersin?” dedikten sonra, adamın eline yarım altın tutuşturdu. Kayıkçı, bir kağıt parçasının bu kadar para etmesi karşısında şaşkına döndü...

Aradan haftalar geçmişti. Bir köşede müşteri arayan bizim nobran kayıkçı, kalabalık arasında İzzet Efendi’yi derhal tanıdı. Ötekini berikini yararak kayığını bulunduğu yere getirdi ve kendisine şöyle seslendi: “Efendi baba, gel benim kayığıma buyur. Hem çifte vav da istemiyorum. Bir vav’a karşıya geçiririm seni!”


[1] 40 Levha 40 Yorum, Mehmet Demirci, Kubbealtı Yayınları 2012

11 Ocak 2012 Çarşamba

Eski Genelkurmay Başkanının İntihar Mektubu

Sevgili İnci,
Yokabad’da eski genelkurmay başkanını tutuklamaya kalktılar ve olanlar oldu...
Eski genelkurmay başkanının bir hafta kadar önce bir darbe soruşturması ile ilgili ifadesi alınmıştı. İki gün önce polisler adamı evinden alıp cezaevine götürmek üzere emekli askerin Yokabad’daki evine geldiler. Polis araçları evin önüne gelir gelmez, evden bir el silah sesi duyuldu. Polisler kapıdan içeri girdiklerinde, içerde şoka girmiş ev halkını ve üniformasını giymiş emekli askerin cansız bedenini buldular. Eski genelkurmay başkanı, biri kamuoyuna, biri de eşine olmak üzere, iki mektup bırakarak intihar etmişti. Kamuoyuna yazdığı mektup ertesi günkü gazetelerin birinci sayfasında yayınlandı:
Türk Halkına,
Yüzlerce yıllık onurlu geçmişe sahip büyük bir kurumun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst düzey komutanlığını yapmış bir asker olarak, bugün hayatıma kendi isteğimle son veriyorum. Bu kararın sorumluluğu tümüyle bana aittir.
Ölümümden sonra “yargıdan kaçmasaydı, yargılanıp aklansaydı, bir suçu vardı ki intihar etti” gibi menfi yorumlar mutlaka yapılacaktır. Bu kararım asla adaletten kaçmak ya da suçluluğu kabul etmek ile ilgili değildir. Bana isnat edilen; darbe teşebbüsünde bulunmak, darbe planlamak, suç örgütünü yönetmek gibi suçların hiçbirini işlemedim. Bana yapılan suçlamaların hiçbir kanıtı ve dayanağı bulunmamaktadır. Ancak, yargının son on yılda ne ölçüde siyasallaştığı ve yargının siyasal iradenin nasıl oyuncağı olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Doğru dürüst hiçbir delil bulunmadan yapılan yargılamalar yıllar sürmekte, gerektiğinde delliler bizzat devlet kurumları tarafından imal edilmektedir. Kim olduğu bilinmeyen gizli tanıkların anlattıkları hikayelerle yıllardır hapis yatan ve adaletin sonucunu bekleyen tutuklular bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun eksi bir Genelkurmay Başkanı’nın, işlemediği suçlar nedeniyle de olsa, yıllarca hapiste tutulması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanlarını memnun edecektir. Yıllarca sürmesi beklenen tutukluluğum ve bu süreçte yürütülecek kampanyaların, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarını telafisi olmayan bir şekilde zedeleyeceğine inandım. Bu noktada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanlarının bu planını bozmak, emekli bir asker olarak görevimdir ve sorumluluğumdur.
Hayatıma son vermemin, yakınlarıma, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve yüce Türk milletine üzüntü vermemesini, taşkınlığa neden olmamasını, bu tasarrufun mevcut koşullarda yerine getirilen bir sorumluluk olarak algılanmasını vasiyet ederim.
Aziz milletimin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin her türlü zorluğu aşıp, aydınlık yarınları yaratacağına olan inancım tamdır.
Sevgi ve saygılarımla,
[ad, tarih]”

Mektup haliyle bomba etkisi yarattı. Dünya çalkalandı desek, yalan olmaz. Belki de Türkiye tarihinde bir büküm noktasını geçtik. Şu an herkes cenaze törenini bekliyor...

4 Ocak 2012 Çarşamba

Sturm und Drang

Sevgili İnci,
Geçtiğimiz günlerde araçta giderken Mahler 4. Senfoniyi dinledim. Şu hani son bölümündeki şarkıdan tanıdığımız ve sevdiğimiz senfoni. Senfoni 4 bölüm, müziğin tamamını dinlemiş miydin, bilemedim?
Beethoven’ı keşfettiğimde, bana Erich von Daniken’e piramitlerin göründüğü gibi görünmüştü. Tanrı olmalıydı bu müziğin sahibi! Beethoven’daki Sturm und Drang - Fırtına ve Gerilim benim gibi coşkulu bir delikanlıyı büyülemek için birebirdi. Sturm und drang belki Beethoven’da çok öndedir, ama aslında kulağımızın alıştığı, eski müziğin (klasik müziğin) tüm romantik eserlerinde bu yapı vardır. Kompozisyonda önce bir gerilim yaşanıyor, bir zorluk, çözülmesi gereken bir durum... Ardından fırtına geliyor...
Müzikte gerilim nedir? Ritm ve melodide hızlı ve beklenmedik değişimler yapılıyor, genellikle hafif nüansta. Hatta kısa sessizlikler - günlük konuşmadaki gerilim anları gibi... Sonrasında da, kuvvetli nüansta ve yüksek volume’de fırtına geliyor, [genellikle] ana tema seslendiriliyor. Önce kızmak ve sonra bağırmak gibi. Ya da önce insanın boğazının düğümlenmesi ve sonra ağlaması gibi. Ya da önce yaşamanın anlamsız olduğunu düşünmemiz ve sonra tatlı bir çocuğun yanımıza gelip elimizden tutması gibi. Bana sorarsan, müzikteki sturm und drang insan ruhunun saf ve sağlıklı halini anlatıyordu.
Geçtiğimiz haftasonundaki toplantıda Mahler için geçiş bestecisi demiştim. Romantizmden modern döneme geçiş'in temsilcisi olarak görülebilir. 19. yüzyılın en sonu,  20. yüzyılın en başı. Yer tabii ki Viyana! Mahler ve Klimt kesin tanışmışlardır. Birbirleri için ne düşünüyorlardı acaba? Bence sanatsal anlamda kardeştirler. İkisi de eski form’ları kullanıyorlar, ama eski formların içinde çok yeni bir içerik sunarak, insanları şaşırtıyorlardı. Araçta Mahler 4’ü dinlerken bunu daha iyi anladım. Mahler, yaptığı pek çok şeyin yanında sturm und drang’ı bükmüştü. Gülümseyerek hatırladım, ben gençliğimde bu adamın müziğini ilk dinlediğimde şunu demiştim: “yav, birden borular çalıyor, gök gürlüyor, ne oluyor anlamıyorum ki, sonra da kuzu gibi gidiyor müzik...” Evet, Mahler’in müziği strum’dan önce drang’a girmeyebiliyor. Beklenmedik anda strum! Bazen de drang – drang yineleniyor ve sturm gelmiyor. Mahler romantik dönemin tüm eserlerinde duyduğumuz, kulağımızın alıştığı yapıyı bozan ilk bestecidir. Avrupa 1900 yılındaydı, Freud, Kafka, Klimt’in çağında – insan, modern insana dönüşmek üzereydi. İnsanlar kızıyordu, ama bağırmıyorlardı. Ve hiç beklemediğimiz bir anda ağlıyorlardı. Ve bazen yaşamanın anlamsız olduğunu düşünüyorlar ve sürekli bunu düşünüyorlar ve sürekli bunu düşünüyorlardı.
Beethoven 9.’un sonundaki şarkı, insanlığın kendisine olan inancının ve yaşama sevincinin şarkısıydı, Mahler 4.’ün sonundaki şarkı ise cennet bahçesinde her şeyin iyi olacağını anlatıyordu. Ama bu kesinlikle Mahler'in dindarlığı ilgili bir şey değil. Onun insanı bir umut taşıyordu, ama algıladığı dünyada bir çıkış bulamıyordu, eğer uzak bir yere kaçarsa, orada bulabilirdi mutluluğu...
Mahler’in uzun ve zaman zaman sıkıcı müziğinde bunları buldum. İyi bildiğim tek senfonileri 4 ve 9. Diğerlerini de dinlemeye çalışacağım, belki yeni favoriler çıkar.. Ama araçta dinlemek için CD bulmak lazım.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Yılbaşı

Sevgili İnci,
Yılbaşı bizde çok iğreti duruyor, neden? Kadıköy Altıyol'daki plastik çam ağacına bakınca da bunu düşündüm. Gerek var mı? Ya da ağaç yerine başka bir süsleme yapamaz mıyız? Çok daha estetik, daha sağlam bir şey? Süsledikleri devasa nahılları İstanbul'un mahallelerinden geçirmek için istimlak yapmış nesillerin evlatlarıyız, yılbaşı ağacı yakışıyor mu? Ayrıca o ağaç çam değil.
Adana’da üzerinde yüzlerce Atatürk Çiçeği olan, 13 metrelik devasa yılbaşı ağacı yağmalandı. Zaytung değil, gerçek... Ağacın üzerinde yüzlerce küçük saksı var. Halk önce en alt sıradaki saksıları alıp, götürmeye başlıyor. Sonra yavaş yavaş üst katlara çıkıyorlar. Yukarı doğru tırmanıldıkça, saksılar elden ele aktarılıyor. En sonunda itfaiye, polis geliyor. “Yapmayın, elektrik var ağaçta” falan diyorlar. Çiçekleri evlerine götürenler, “noel hatırası” olarak mı saklar, yoksa Atatürk’ü mü anar? Alışmadık götte don durmaması böyle bir şey.
Yokabad şehir meclisinde şöyle bir karar alınmış: Kadıköy sahilde şu an Turkcell'in kullandığı kocaman bir reklam panosu var ya... Onun olduğu yeri kamulaştırmışlar. Artık reklam panosu kaldırılacakmış. Her yıl, 5 kişilik bir ekip, 1 Aralık’ta kocaman bir yıl panosu resmetmeye başlayacaklar. 1 Aralık 2012’de “2013” resmini yapmaya başlayacaklar. Bu ekip resim ve illüstrasyon konusunda Türkiye’nin önde gelen, en yetenekli insanları arasından seçilecek ve güzel para alacaklar. Yıl panosu, sanatçıların duygu ve düşüncelerini, yaşadıkları yeri, Türkiye’yi, insanlarımızı yansıtan bir resim, kocaman bir kolaj olacak... Basit, kolay tüketilen bir iş değil, gerçekten kunst, kültürel referansları çok olan, avant-garde bir iş, ama geniş kitlenin de algılayabileceği bir eser öngörülüyor. Ekip her yıl, genel tasarımın çizgisi ve ana tema üzerinde bir anlaşmaya varıp, öyle girişecek işe. Kim bilir, belki 2013’ün resmini minyatür üslubuyla yaparlar! Aralık ayı boyunca, resim üzerinde çalışılırken, panonun önü bir iskele ile kapatılacakmış ve kimse yapılacak resmi görmeyecekmiş. Şehir meclisi sadece sanatçıları seçecek, ortaya çıkacak işi onlar da bilmeyecekmiş. Her yeni yılın panosu 31 Aralık 2012 gecesi saat 24:00’de açılacak ve aydınlatılacak. Gece herkes, resimdeki binbir ayrıntıyı, onbir ay boyunca yaşayacak o muhteşem eseri görmek için Kadıköy sahile toplanacak. Yokabad şehir meclisi, bu olayın Türkiye sınırlarını da aşacak bir merak uyandıracağını söylüyor. Her yeni yıl panosunun öncekinden güzel olmasına dair bir saplantı oluşacağı ve yıllar içinde panonun ihtişam ve güzelliğinin artacağı tahmin ediliyor. Ocak ayı boyunca İstanbul'daki herkes, şehir panosunda gizlenen İstanbulluları, şifreleri ve farkedilmemiş güzellikleri konuşacakmış.

1 Ocak 2012 Pazar

Klasik ?

Sevgili İnci,

Haftasonu malum etkinlikten ötürü, biraz klasik müziğe kafa yordum. “Klasik müzik” diyoruz, ama klasik müzik zamanında, “klasik” diye bir şey yoktu, sadece “müzik” vardı. Klasik dediğimiz müzik dışında, halkın gelenekle yaşattığı bir müzik vardı, o kadar; başkaca müzik yoktu. Aynı yazılı edebiyat – sözlü edebiyat ayrımı gibi. Bence klasik müziğe yeni bir ad vermek gerekir. 16. – 20. yüzyılların müziği gibi bir şey... 20. yüzyılın da sadece ilk yarısında klasik müzik var. Sonra yok.
Ölümlerden korkmamak lazım. Bir şey öldü ve bu kötü bir şeyse, “ölmedi” diyerek direnmek anlamsız. Opera öldü mesela, değerini kaybetti mi? Kaybettiyse de kaybetti, o kadar! Ölen bir yakınımız değerini kaybediyor mu? Bir anlamda evet, bir anlamda hiçbir zaman. Opera da öyle... Opera 18. ve 19. yüzyılların üstün sanatı ve büyük eğlencesiydi. Artık öldü, bundan sonra opera yazılmayacak, yazılsa da doğru dürüst kimse izlemeyecek. Kitlesi azalsa ve özelleşse de, Sophokles’in oyunları hep izlenecek, Carmen de hep izlenecek, Tannhauser de...
Klasik müzik, ya da 16. – 20. yüzyıllar arasında yaratılmış olan, kendine özgü çalgıları, armoni ve kontrpuan sistemi, formları, karmaşık icra teknikleri ve büyük sanatsal derinliği ile insanlığın kendini ifade ettiği o güzel müzik, öldü. Artık yeni senfoniler, konçertolar bestelenmeyecek, yüzyıl önce “besteci” ya da “kompozitör” dediğimiz insanlar bugün artık yoklar. Müziğin bestelenmesi, salonlarda icra edilmesi ve izleyicilerin beğenisine sunulması gibi zincir yok. İstanbul’daki konser programlarına dikkat ediyorum, klasik müziğin modern kanadı bile çalınmıyor, romantik müzik icra ediliyor. İstanbul Devlet Opera ve Balesi bugüne dek Stravinsky icra etmedi. Klasik müziğin gözbebekleri olan iki çalgı keman ve piyano, artık konuşulmayan bir dilde dinsel törenlerini yöneten rahipler gibi, eski bir dünyanın sesleri oldular. Son piyano konçertosu 1921’de Prokofiev tarafından, (3 numaralı piyano konçertosu), son keman konçertosu da 1955 yılında Şostakoviç tarafından (1 numaralı keman konçertosu) bestelendi. Elbette daha sonraları da konçertolar bestelendi, şu anda da birilerinin konçerto yazması için bir engel yok. Ama son’dan şunu kastediyorum: Kendinden önceki müzikal birikimi özümseyip, üzerine bir şeyler ekleyen son piyano ve son keman eserleridir bunlar. Bu eserlerden sonra repertuvara kayda değer bir şey eklenmedi ve eklenmeyecek.
Müzik bilgisi ve sanatsal duyarlığı olan bazı insanlar, eski müzik (klasik müzik) formatında eserler besteliyorlar. Bunlar içinde elbette güzel örnekler olabilir, bize haz verebilirler, (böyle bir örnek bilmiyorum gerçi?) ama bu durum eski müziğin kaynağının artık kurumuş olduğu gerçeğini değiştirmez. Kim Ahmet Ateş’in ya da Fazıl Say’ın son bestesini merak eder ki? Onun yerine, Çaykovski Romeo Juliet’i yüzbirinci kez dinlerim...
Bir arkadaşım dedi ki, “klasik müzik artık caz olarak devam etmiyor mu?” Bu noktada ölüye saygı rica ediyorum. Klasik müziği üreten kitlenin kalitesini kimse aşağılamasın. Çaykovski dediğimiz adamın, dünyayı ve insanlığı anlama, hissetme anlamında counterpart’ı Dostoyevski ya da Turgenyev’dir. Mahler’in counterpart’ı Gustav Klimt’dir. Caz adı altında çok güzel müzikler dinliyoruz, ama cazın, popun, rock’ın ürünlerinin başı – sonu bellidir. Bu ürünlerin herhangi biri eski müziğin ürünleri yanında “eski müziğin mirasçısı olarak” duramazlar. Onlara “değersiz” demiyorum, belki hepsini bir arada düşününce, çok daha büyük bir değer ifade ediyorlar, ama eski müzik tarzında değil.
Ne oldu da böyle oldu peki? Bilmiyorum, ben bir müzikseverim. Tarihçi ya da sosyolog ahkamı kesemem, ama gördüğüm bazı şeyler var. Dimitri Şostakoviç ile Jim Morrison’ı yan yana koyunca şu farkları görüyoruz: Eski müziği üretenler kültürel birikim ve eğitim anlamında seçkindiler, yaratıları karmaşıktı, eser vermek zaman alıyordu ve dinleyicinin eserden zevk alması eğitim istiyordu. Yeni müziği üretenlerin o kadar da eğitimli ve birikimli olması gerekmiyor. Yeni müzik daha kolay üretiliyor, daha kolay paylaşılıyor ve dinleyici tarafından daha kolay anlaşılıyor. Dinleyicinin yaratıcı ile arasındaki mesafe tüm düzlemlerde azalmış durumda. Yeni müzikçilerin çoğu aynı zamanda icracı. Onları gözle görmek, onlara dokunmak mümkün. Bir gitar alıp, müziklerini çalmak çok zor değil. “Şostakoviç ileri - Morrison geri” formülü kesinlikle yanlış (ki itiraf ediyorum, bu formüle ben gençken inanırdım). Neye göre ileri? Yeni müzik, insanlığın ihtiyaçlarına daha iyi cevap verdi, bu yüzden zafer onun oldu. 1960’dan sonra bestelenen parça sayısı, son üç yüzyılda klasik müziğin ürettiği eser sayısının belki de yüzlerce katıdır. Bu müzikal üretime katılan insanların ve dinleyicilerin sayısı da katlanarak arttı. Yani müziğin kendisi ölmedi, tam tersi müzik sanırım hiç olmadığı kadar sağlıklı durumda! Ve şunu teslim etmek zorundayım: seni tanımamış olsaydım, bu düşünceye daha geç varırdım. Başkası için açık da olsa, benim bu noktada görmemi sağlayan senin müziğe bakışın ve zevklerinin çeşitliliği oldu.
Boşluk var mı? Günümüzde yaşayan büyük edebiyatçıların müzikteki counterpart’ları kimler? Rock şarkıcıları olamaz, değil mi? Sanatın izlediği bir takım akımlar, geçirdiği evreler var. Müzik, bu evreleri (neden bilmiyorum) hep diğer sanatların önünde geçiyor, müzik tarihinden bunu öğrendim. Tarih, müzik için diğer sanatlara göre daha hızlı akıyor. Bu yüzden, edebiyatın ve resmin ve tüm sanatların aynı yoldan gittiğini ve gideceğini söylemek belki de yanlış olmaz. Nobel edebiyat ödülü zamanla anlamını yitirecek, çünkü o büyük ve müthiş  romancılar, şairler artık varolmayacak. Yıldızlar birer birer sönecek, onların yerine daha az parlak ama çok sayıda bir sürü ışık göreceğiz. Blog’larda, sözlüklerde, fanzin’lerde görmüyor muyuz o ışıkları?