23 Mayıs 2016 Pazartesi

Kutadgu Bilig

Sevgili İnci,

Fikrim geldi, minik bir aydınlanma yaşadım! Aslında bunu tetikleyen iki saçma şey okudum/izledim, önce onları aktarayım:


Facebook'ta böyle bir şey gördüm. Arka plan bilgisi veriyor (1 cümle). Sonra daha vurucu olan asıl bilgiyi veriyor (1 cümle). Vurucu bilgi renkli verilmiş. Fotosu da var. Hap bilgi. Süper...

Bundan hoşlanmadım. Sadece bir duyguydu bu. Bu duyguyu biraz takip edince, bunlardan iğrendiğimi fark ettim. Evet, bu haplardan iğreniyorum, bunları paylaşanlardan da... Fotonun altına da başka biri imza çakmış, sanki eleman özel arşivinden taramış da, imza atıyor... Bunları paylaşan insanların Sümer'e, mitolojiye ya da Berat Kandiline dair hiçbir ciddi bilgileri yok. Mesela Sümerce tek sözcük bilmiyorlar. Sümer sanatına dair tek şey görmüşler mi emin değilim... Ama çok güzel yan yana getiriyorlar. "Yapıyorlar, oluyor". Foto tanrıça Nanşe falan değil elbette, Sümer sanatı değil ki o... Nanşe diye bir tanrıça hiç olmasa şaşırır mıydık? Varsa bile neydi? Oysa bile, Berat Kandili ile ilgisi var mı? Nasıl olmuş o işler? Kaynak: götümüz. 539 kişi beğenmiş bunu, 239 kişi paylaşmış. Yorumlara baktım, hemen hepsi pozitif, ya da en azından bu bilgiyi kabul edip tartışan yorumlar... Beni aydınlatan şey bu değildi tabii, geleceğim...

İkinci örnek:

Fatih Sultan Mehmet güya peygambere şiir yazmış. Reha Yeprem adında (meşhurca) biri seslediriyor. Aşka geliyoruz. 200K izleme var, aynı şiirin başka paylaşımları da var. Toplam izleme 500K civarında. Yorumlara bakıyorsun, hepsi "maşallah, inşallah, imana geldim" tarzında şeyler. Biri de dememiş ki: "ulan ne saçmalıyorsunuz". Bunu izleyenlerin, duyanların Fatih'in divanına dair hiçbir fikri yok. Hatta yüz yıl önce nasıl bir Türkçe konuşulduğuna dair bir fikirleri de yok. Malzeme hazır, hap bilgi, damar şiir, yerini buldu, mesaj kabul edildi. Bu şiiri yazan da "Fatih'in" diye yalan uydurmakta bir sakınca görmüyor. İyi bir amaca hizmet ettiğini düşünüyor olabilir. Çeşitli nedenleri olabilir. Sosyal medyada manipülasyon imkanları yüksek. Ve saire.

Bu iki örnek içerik açısıdan çok farklı. İçeriği oluşturan motivasyonlar benzer olabilir. Ama içeriği tüketenlerde yarattıkları etki açısından benzerlikler var. 

En eskide, bilgiye ulaşmanın, dünyayı öğrenmenin yolu, başka birinden öğrenmekti. Sonra, kitaplar ağırlığını artırdı. 20. yüzyılın başında, üç kaynak da önemliydi: "Kişiden kişiye aktarmalar, kitaplar ve basın". Yani 20. yüzyılın başındaki entelektüel, kütüphanesi olan, gazete okuyan ve arkadaşlarıyla dünya meselelerini tartışan kişiydi. TV ile denge değişti. Sosyal medya ile her şey allak bullak oldu. Kitapların ağırlığı çok azaldı, basının ağırlığı azaldı. 1-1 aktarımlar da azaldı; herkes söylüyor "insanlar bir yerde oturup daha az konuşuyorlar" diye... Emin değilim, gençler bize göre daha az konuşuyorlar diyemem, ama bence bir birlerinden daha az şey öğreniyorlar. Biz arkadaşları ve çevreyi "bir şey öğrenme aracı" olarak çok kullanırdık. Bence sosyal çevre aynı şekilde aktif, ama dünyayı öğrenme açısından etkinliği daha zayıf... 

Olan şu: Bilgi kısaldı. Hap bilgi makbul, çünkü zamanımız yok. Uzun olunca sıkılıyoruz. Biraz fazla merakımız ve sabrımız varsa, TED talk izliyoruz. O da bir hap aslında. Elemanların kitabını okuyacak vaktimiz yok, 15 dk'da bize anlatsın, aydınlanalım istiyoruz. Şov yapsın, izleyelim... Falanca yerde görmemiz, yememiz, yapmamız gereken 10 şey var. 11.'ye gerek yok, çünkü 11.'ye zamanımız yok. 11. zaten iyi değil o kadar... Okuduk, öğrendik hap bilgiyi. Bilgi doğru mu? Bu o kadar önemli değil, bilgiyi beğenmemiz daha önemli. Ya da başkalarının beğenmesi. Bu çok ilginç bir olay aslında. Beğeniyoruz ve doğruluğuna inanıyoruz. İkinci ya da üçüncü kez aynı şeyi duyarsak doğruluğuna iyice kanaat getiriyoruz. "Probabilistic determinism" diye bir kavram var, sanırım bununla ilgili. Bu yüzden zaman zaman ayrıksı dursak da, aslında kitleyle hareket ediyoruz, kitleden çok etkileniyoruz.

Merak etme: bunların kötü olduğunu söylemeyeceğim. :)
Mesele kötü olması değil. Bu değişimde iyi şeyler var, kötü şeyler de var... Özetle: Sıradan insanın ve entelektüellerin bilgiye ulaşma ve dünyayı tanıma yöntemleri temelden değişti. Ama, not edilmesi gerekir: biliminsanlarının dünyayı anlama yöntemleri temelden değişmedi. Onlar yüzyıl önce de makale yazıyorlar, literatür tarıyorlar ve deney yapıyorlardı. Onlarda da değişim var, ilerleme var; ama radikal bir farklılık yok. Demek ki bilim ile sıradan insan arasındaki makas gittikçe açılıyor.

Bu değişimde olumlu olan ve bence yarına kalacak olan asıl şey: eskiden hiçbir zaman iletişim kuramayacağımız insanlarla iletişim kurma imkanı oldu. Bilinen şey tabii bu, internet ve sosyal medyanın gücü tartışılmaz... Öte yandan değişimde şu da var: eskisine göre aynı cahillikte olsak bile, cahilliğimize daha çok güveniyoruz. Kendimizden emin cahilleriz. Cahil olduğumuzu düşünmüyoruz artık, öyle bir korkumuz yok. Cahillikten korkmak vardı benim küçüklüğümde, ansiklopedi almanın arkasındaki şey oydu belki... Dünyada çok bilgi, çok deneyim olduğunu düşünürdüm, az şey bildiğim için kendimi biraz ezik, eksik hissederdim. Artık ezik değiliz, rahatız. Net ifade edelim: bu manipülasyona ve faşizme açık bir toplumdur. Yeterli sermayesi ve siyasal gücü olan kitleyi paralize edebilir. Bknz: RTE Türkiyesi ya da olası-Donald Trump ABDsi.

Biz zeitgeist'i az çok çaktığımız için, İzci'nin beyin fırtınası sırasında hep "hap bilgi olsun" demiştik. Hap bilgi de yaptık, belki yeterince hap olmadı, ama olduğu kadar... :) Çekinmedik, çünkü kitleye ulaşmanın başka yolu görünmüyordu. Artı bizim hapımız "iyi hap" diye düşündük, düşünüyoruz hala...

Hayao Abi ne demişti: "Moda işler yapmayın, geri kalırsınız". Bence hap bilgi konusu zirveyi buldu, ya da bulmak üzere. Bir zaman gelecek, "hap bilgi"den pek çok kişi tiksinerek bahsedecek. İnsanlar daha doyurucu, daha otoriter ve daha nesnel bilgiye ihtiyaç duyacak. Bilimle sıradan insan arasındaki makasın açılması bence küresel bir sorundur ve sosyologların ilgisine muhtaçtır. :) Bu makası kapatacak yaratıcı çözümlere ihtiyaç var. "İnsanların hap yutmak dışında zamanı yok" balon bir tez. Çünkü aslında zaman var. İnsanlar boş boş TV izliyor, facebook'a giriyor. Zamanın çoğu hakikaten boşa gidiyor.

O duygunun beni getirdiği yerde, böylece bir nebze aydınlandım. Hap bilgiyi terk etmeliyiz. Bizim aslında öyle bir bilim yapmamız lazım ki, bunun herkes ucundan tutabilsin. Yani şu videoları izleyen, facebook'ta paylaşım yapan insanların bilimin ucundan tutabileceği bir araç/ortam olmalı. Sıradan insan, kendi belirlediği ölçüde gayret göstererek, bilime katkı verebilmeli ve bu katkısı takdir görmeli. İnsanlar bilime katılarak sosyalleşebilmeli. Benzer şeyler sanat için de rahatlıkla söylenebilir... Nasıl yapılabilir, henüz bilmiyorum.











20 Aralık 2015 Pazar

Ankaralılar


Ankara’da insanlar var. Bunu Balgat’ta, acı soğuk, güneşli bir günde fark ettim.

Evde Esra ve Çiğdem’le oturuyorduk. Çok moralsizdi bunlar. Ellerinde telefon, koltuklara tünemiş kukumavlar gibi, avuçlarındaki ekranlara bakıyor, konuşmuyorlardı. Etraf dağınıktı. Çiğdem “önemli bir görüşme yapacağım” deyip içeri gitti. Demleme çayları vardı, sigaralarından da aldım, keyfim yerine geldi. Çiğdem ne zaman sonra odadan çıktı. Kimle konuştun, ne oldu – Akif’le konuşmuş. Merak ettim, kimmiş lan bu Akif?

Akif elli yaşlarında çoluk çocuklu bir adammış Kırıkkale’de. Kahvehanesi varmış. Evlenecekmiş Çiğdem’le, telefonda bunu söylemiş. Bir de Çiğdem’in kardeşinin otuz bin lira borcu varmış adama, onu Çiğdem’den istiyor. Evlenirse istemeyecekmiş herhalde. Çok aptalca geldi bana, ama bir şey demedim. Çiğdem “otuz bin lirayı bir günde almadık senden, bir günde geri ödeyemeyiz” demiş ona. Bu argümanın zekice olduğuna inanıyordu, gözleriyle takdir bekledi. Ben “bir şey yapamaz, korkma” anlamında bir şeyler geveledim. Kağıt yok, senet yok, neyin borcu yav? Ayrıca bırak kardeşin dertlensin, borç onun. Ayrıca seninle evlenmek istiyorsa, evlenir ya da evlenmez, borçla tehdit neymiş? Demedim bunları. “Korkma” dedim sadece.

Esra, “Bin liraya hallederiz kızım” dedi. İhsan diye bir adam varmış, kahvehaneyi falan darmadağın eder, siker atarmış ortalığı. Çiğdem sigaradan derin bir nefes çekip, “bin lira mı?” diye sordu. “Ağzına sıçmam lazım”. Ciddi ciddi düşünüyordu bunu. Akıl verebilirdim, ama vermedim. Akıl vermek bazen ahlaksızca bir şey olabiliyor. “Sorunları karmaşıklaştırmayın, parçalara bölün, en basit çözümlere odaklanın” falan mı deseydim? Bardaklarını aldım, çay koydum onlara. Belki anlayacağı dil buydu adamın. Kırıkkale’yi sorsan haritadan biliyorum sadece, neyin ahkamını keseyim?

O soğuk hava biraz içeriye gelse, kızlar neşelenirdi. Açılmıyor mu lan bu camlar? Açılmıyormuş. Eşek yükü para veriyorsunuz, evin camı bile açılmıyor. “İyi de, ya adamın burada kafası güzel olsa, sonra atlayıp intihar etse, daha mı iyi” dedi Esra. Bu kızın sesi sigaradan mı yandı, hep mi böyle yanıktı, kim bilir? Güldürdü beni. Tamam dedim, öyle olsun. Bir gün Esra’nın el falına bakmış bir kocakarı, “senin isminde İ olacakmış, ama sonradan E olmuş. İsminde İ olsaymış senin bahtın çok farklı olacaktı, çok zengin, meşhur biri olacaktın” demiş. Annesi İnci koymak istemiş adını ama halası Esra’da ısrar etmiş. Buna üzülüyordu Esra. Kocakarının bunu bilmesine de şaşırıyordu. Kocakarıdan bir iyilik, bir çıkış yolu bekliyordu. Boşandıktan sonra babasıyla konuşmuyor, çocuğunu çok az görüyordu. Üstüne ismini de sevmiyordu, geriye ne kaldı? “Kahve yapsana” dedim. Kahve falı bakayım, ona dair bilmediğim bir şeyi tahmin edeyim istiyordum. Üzgün değildim, ama ona karşı büyük bir merhamet vardı içimde. Kahve yokmuş. Evde çok az şey vardı. Dolabı açtım, neredeyse boştu. Aç aç ne kahvesi hem?

“Adem’i arayacakmış, sevdiğini, evleneceğini falan söyleyecekmiş”. Akif mi arayacakmış? “He ya, Adem’i ararım diyor”. Arasın ulan, sen önceden hem kardeşini, hem anneni besle, yaz bir hikaye, yüz bulmasın onlardan dedim. Babanı aramaya cesaret edemez zaten. Burada akıl vermiş oldum, yüksek sesle, tiyatro repliği gibi - ama yerinde bir akıl oldu. Esra da destekledi. Hoşuma gitti. Kapı çaldı, yemek geldi. Oo, size iskender, bana ssk, ne iş? E telefondan başını kaldırsaydın kızım. İstemiyorsan ben yerim. Hava dağıldı iyice, yüzler güldü biraz. Sonra onlara İnci’den öğrendiğim oyunlardan oynatmak istedim. Sen Çiğdem’in en çok nesini seviyorsun diye sordum Esra’ya. “Çiğdem hiç kötülük düşünmüyor, çok kızıyorum, salaksın diyorum ona” dedi. Çiğdem’e sordum tersini “Esra çok dobra, dümdüz söyler aklındakini” dedi. Bana kalırsa, kendilerinde beğendikleri ne özellik varsa, arkadaşlarında onu gördüler. Oyundan anlamadılar ki bunlar... Onlara başka oyunlar bulmak lazımdı, ya da başka bir eğlendirici. Çıkın lan, güzel bir yere gidelim, kahve falan içelim.

Çıktık. Ankara’da insanlar var. Hatırladım, ilk defa sevmiyordum insanları. Ankara’ya da ilk gelmiyordum, ilk değildi bu rahatlık, bu yoksulluk… Türlü aksilikler olsa, kaza geçirsem, kavga etsem, ne bileyim cüzdanım çalınsa bile, o gün mutlaka harika bir gün olacaktı. Balgat’ta yürürken, o günün yeni hayatımın ilk günü olmasına karar verdim. Filmlerde astronot yabancı bir gezegende yürürken kaskı çıkarıp, havayı solur ya… Seyirciyi şaşırır. O adamda bir güç vardır, güçlü birinden bir iyilik beklersin, bir çıkış yolu. Yaşamak mümkün oluyor işte, güzel günler bizi bekliyor artık.

Araca bindik. Her zamanki gibi Çiğdem yanıma, Esra arkaya oturdu. Şarkı kaldığı yerden çalmaya başladı. Hafifçe kafamı salladım. “Ne diyor?” diye sordu Çiğdem. Eğer yabancıysan, sana herkes garip gelir. Eğer yalnız başınaysan, insanların yüzleri çirkin görünür... Bunun gibi şeyler. İlgilenmedi hiç, “Türkçe çalsana” dedi. Tamam dedim, ayıbettin. Bu şarkı bitsin, ondan sonra.

18 Mayıs 2014 Pazar

İki Hayal

Sevgili İnci,

o gün Cihangir'den Kabataş İskelesi'ne yürürken aklıma geldi bu iki hayal. Hangi gün?
Bunlar aslında hep aklımıza geliyor, geçiyor gidiyor. Kaçını hatırlıyoruz? Unutmayınca, "bari yazayım" dedim.


BİR
Biliyorsun, Batı Ataşehir'de bir diktatörün egosu tatmin olsun diye Mimar Sinan'ın adını kirleten o ucube kalıp beton yığınını diktiler: Mimar Sinan Camisi. Aslında o cami için bir proje yarışması açılmıştı; - bahsetmiştim belki, yarışmaya katılan diğer projeleri görüp kahrolmamak elde değil, çünkü içlerinde hakikaten modern, insanda merak uyandıran, avantgarde tasarımlar vardı. Yani Sinan görse, onun ilgisini çekecek türden... Ama kısır, cahil kafanın seçtiği şu anki ucube oldu.
Peki ne olsa iyi olurdu? Yani Sinan'ı eni konu hayret ettirecek bir şeyden bahsediyorum. Sagrada Familia gibi turistik değeri olacak, Lonely Planet'te yer edinecek bir şey. Olamaz mıydı?
Sinan'ın altıgene bir sevgisi var, zaten Türk-İslam sanatında, 16. yüzyılda çok popüler bir şekil. Elde var altıgen.
Bir de kareyi düşünelim, daha doğrusu kübü... Doğada eğriler çok, kare ise yok. Kare insan, daire doğa. Kare insan; daire evren, tanrı, yaradan. Küp uygarlık. 2001 Space Odyssey'de insansı maymunların yanıbaşına beliren şey bir dikdörtgenler prizması idi. Doğada hiçbir zaman olmayacak bir şey, doğanın antitezi. Aslında bir küp de inebilirdi, çok da yakışırdı... Elde var küp.
Düşün ki, Sinan'ın klasik cami tasarımını gerçekleştireceğiz, ana hatlarıyla modelliyoruz cami'yi. Belki Selimiye ya da Süleymaniye gibi. Ama binayı kurarken sadece küpler ya da kareler kullanıyoruz. Mesela bir duvar örülecekse, dikeyde sadece kare taşlardan örülüyor. Kubbe küplerin üç boyutlu üst üste yığılması ile oluşturulmuş. Bilmem canlandırabiliyor muyum? Picasso'nun ya da Metzinger'in bir tablosu gibi. Ama form olarak uzaktan Osmanlı'nın klasik devir üslubunda bir camiye benzeyecek. Biraz dikkatli bakınca şaşırtacak, içinde haliyle muazzam bir akustik olacak.
Bunun çok benzeri altıgen formu için de yapılabilirdi. Duvarlar altıgen örülmüş, kubbe oktogonal prizmaların yığılmasıyla kurulmuş... Bence Sinan görse, hayranlık duyardı. It will imply something like: victory of humanity over nature, of design over biology, of architecture over landscape. Bu Sinan'a yakışan bir şey olmaz mıydı?


İKİ
Gazeteci Hasan Tahsin'in attığı ilk kurşun için bir film çekmek isterdim. Canavar gibi para akıtıp, eski İzmir'i canlandıran bir set, kostümler, vs. Ama film katiyen kuru kahramanlık, Türklük vs. üzerine değil, ciddi bir film olacak...
Ana odak şu: Hasan Tahsin bu ilk kurşunu atmadan önce, bir takım arkadaşları ve vatansever insanlarla uzun süre toplanıyor. İşgal zaten bekleniyor, insanlar da sürekli "ne yapabiliriz, ne olacak" sorularını soruyorlar. İşgal'den bir gün öncenin akşamında "sabah şurada buluşalım, tüfek - tabanca ne varsa getirelim, şu şu mevkide Yunan'a direnelim" diye karar alıyorlar. Ama sabahki buluşmaya kimse gelmiyor, bir tek Hasan geliyor, sonra Hasan rıhtıma iniyor ve tabancasını ateşliyor. Hasan bu harekete karar vermiş tek kişi değil, sadece kararından caymıyor. Elde var caymamak.
İkinci bir boyut da şu: Hasan öyle çok bilinçli, çok düzgün, kültürlü bir adam değil. Mesela İngiliz mandasını savunmuş, acayip yazıları var, çok ateşli, çok keskin, biraz çocuk gibi bir adam belki... Hasan şark kafasında bir adam. Bir yönüyle de şarka düşman, onu aşağılıyor belki, belki Frenk adetlerine düşkün, Fransızca kitaplar okuyor. Yarım aydın. Bir yönüyle de şarkın kendine özgü onurunu, "efeliğini" taşıyor. Elde var yarım olmak.

Hasan'ın buluşma noktasına gidip kimseyi bulamamasını düşündüm. Belki ilk evine yollandı, sonra vazgeçti, rıhtıma indi. Rıhtıma yürüyüşü çok güzel çekilebilir. Bunları düşündüm, o yürüyüşe çok iyi gidecek bir müzik buldum.
Bu film hiçbir milliyetçilik içermeden, bir Dostoyevski romanı kadar insanla ilgili - çekilebilirdi, böyle bir şey hayal ettim.









22 Mart 2014 Cumartesi

Babamın Rüyası

Sevgili İnci,

babamı aradım dün akşam, hatrını sormak için, öylesine... "Seni rüyamda gördüm" dedi. "Hayırdır" deyince, anlattı. Babamın daha önce beni rüyasında görüp görmediğini bilmiyorum, mutlaka görmüştür, ama anlatmamıştı. Zaten düne kadar hiçbir rüyasını anlatmamıştı.

Ben küçükmüşüm, yanımda annem de varmış, ama Rize'de babamın çocukluğunun geçtiği yerdeymişiz. Annem ve ben babamı çağırıyormuşuz, aramızda ciddi mesafe varmış. Sonra babam bizim yanımıza varmış. Biz annemle denize yakın bir yerde, yüksek bir yar'ın yanındaymışız. Babam yaklaşırken ben o yardan aşağı düşmüşüm. Babam içinden "eyvah" demiş. Sonra gelip, aşağıya doğru bakmış. Görmüş ki, ben kayalıklara düşmemişim, suya düşmüşüm ve güzel düşmüşüm, suyun içinde duruyormuşum. Beni öyle görünce sevinmiş, sonra inmiş denize, beni oradan çıkarmış.

Sonra telefonda "iyi misin oğlum, bir yaramazlık yok, değil mi" diye sordu. Ben de "yok baba, hiçbir yaramazlık yok." dedim. Sonra da dedim ki: "Hayrolsun babacım, her şey yolunda, merak etme, bir yere düşmem, sıkıntı yok". Bu son cümleyi farklı bir eda ile söyledim. Bir baba gibi söyledim. Mesela önemsiz bir şeye "önemli değil, hallederiz" diyen bir baba gibi. Kendi planı, programı olan, ne yaptığını bilen biri gibi cevap verdim. Para kazanan biri gibi cevap verdim. O konuşmayı bir gün sonra unutacak biri gibi cevap verdim. Hiçbir zaman uçurumdan düşmeyecek, hiçbir zaman babasının onu gelip almasını istemeyecek biri gibi, hiçbir zaman çaresiz, yalnız ve umutsuz olmayacak biri gibi cevap verdim.

İyi yapmışım di mi?

6 Ocak 2014 Pazartesi

Yıldızlı Gökyüzünün Ötesinde Ne Var?

Sevgili İnci,

döndüm yine Secession'a... Ne olursa olsun, insanı avutuyor van Beethoven. Müzik ya da "güzel müzik", "büyük müzik" demek çok yetersiz kalıyor, başka bir şey. Yoksa neden Secession diye bir yer olsun ki... Yenilip sığınılacak bir yer, Ayla'nın ateş yakıp, ısınacağı bir mağara.

http://www.youtube.com/watch?v=ljGMhDSSGFU&feature=youtu.be&t=13m49s

Tüm düğüm çözüldükten sonra, 9. senfoninin en ruhani bölümü var. Tüm hesaplar veriliyor, iyiler ve kötüler çarpışıyor, bir sonuca varılıyor. Bir sonuca varıldıktan sonraki kısım... Mücadeleden sonraki bilgelik. Aslandan sonraki çocukluk... İnsan hüngür hüngür ağladıktan sonra yaşadığı anlar var, bu ruhani kısım, o anlara benziyor. En sondaki neşeli final'e bağlanmadan hemen önce, verilen bir karar, bulunan elmas. Ya da bulunmuş olan elmasın yere bırakılması, değersizleştirilmesi.

Buradaki sözlere dikkat edince, insanın etkilenmemesi mümkün değil. Emin değilim, ama Schiller'in bütün bir şiiri değildir sanırım. Senfoni için seçilmiş bölümlerdir diye tahmin ediyorum. Kaç yüz yıl sonra bile okunabilir; kaç yüz yıl sonra bile, insanlara ilham verebilir, insanı yükseltebilir. Büyük şiir. Keşke Almanca bilsem. Sadece bunları söylemek için Almanca bilinirdi...

Seid umschlungen, Millionen!
Diesen Kuß der ganzen Welt!

Seid umschlungen, Millionen!
Diesen Kuß der ganzen Welt!

Brüder, über'm Sternenzelt
Muss ein lieber Vater wohnen

Brüder, über'm Sternenzelt
Muss ein lieber Vater wohnen

Ihr strürzt nieder, Millionen?
Ahnest du den Schöpfer, Welt?

Such'ihn über'm Sternenzelt!
Über Sternen muss er wohnen

Über Sternen muss er wohnen

...

Türkçesini söylemeye çekiniyorum. Yıldızlı gökyüzünün ötesine bakın, bakın yıldızlı gökyüzünün ötesine! Keşke baksa herkes... Ben korkuyorum uzun süre bakmaya, biraz bakıyorum, sonra kaçırıyorum gözlerimi, her baktığımda içim doluyor, dayanamıyorum...

28 Aralık 2013 Cumartesi

Hindi

Sevgili İnci,

Los Angeles'daki dünyanın en güzel kitabevinden aldığım kullanılmış bir şiir kitabı vardı. Belirli temalara göre derlenmiş, 90'lı yılların Amerikan şiirleri.. Kitabı okudum, New Yorker'dan tahmin ettiğim gibi, Amerikan şiiri bize göre hayli çocuksu ve basit. Amerikan yurttaşı olsam, İngilizce şiir yazabilirdim bence.
Kitabın içinde belli ki bir öğrencinin aldığı notları da buldum, bazı şiirlerin yanına sorular sormuş, açıklamalar yazmış. Diyebilirim ki, her zaman (iyi) kullanılmış bir kitabı okumak, yeni bir kitabı okumaktan daha güzel.

William Cook'a ait bir şiiri hikayesi ve esprisi nedeniyle burada yazmak istedim - ki internet'te yok, onu arayanlar buradan bulsun.


HISTORY

Ben Franklin opposed the eagle
As our national symbol
For he insisted on our need
To make our definition
In an image for more flattering
We cannot know our nation
Through this
Disgraceful thief
Who bloats
On food he filches
Robbing smaller birds
Who gather and are dutiful.

Afraid that character
Might troop in imitation
Of such a symbol
And we become a true
Rapacious nation
Parasite upon the world
And justified by strength
Franklin proposed
An alternate
More apt and optimistic
He proffered us
The turkey
Wily, jive and wise.


Naçizane çevirisi:


TARİH

Kartalın ulusal simge olmasına 
karşıydı Ben Franklin
Daha övülecek bir hayvan 
bulmamızda ısrar etti.
Sorumluluk sahibi 
küçük kuşların kısmetini çalan
rezil bir hırsızla mı 
tanınacaktı ülkemiz?

Korktuğu başımıza geldi.
Gücüyle, dünya üzerinde 
asalaklık yapan
Zorba bir ülke olduk.

Franklin başka bir seçenek önermişti
Daha akıllıca ve daha iyimser
Hindi demişti
Cingöz, neşeli ve bilge hindi...

1 Aralık 2013 Pazar

Babaannem ve Ahmet

- Ahmet dediğiniz hani yanakları kırmızı olan, hep gülen adam mı?
- Evet evet o.
- İçer miydi o adam, o yüzden mi kırmızıydı?
- Ya içerdi belki, ama içkiden değil, esrardan öyleydi. Sürekli sarardı, içerdi. Babaannene derdi ki, "abaka, gel seni de dumanaltı yapalım mı?" Gülerdi hep. Babaannen sevmezdi o adamı.
- Neden, esrar içtiği için?
- Yok, onun hikayesi başka. Bazı geceler babaannen yalnız, sabahın karanlığında kapısı çalınmış köyde. Babaannen de Ahmet'ten bildi bunu, o yüzden kızgındı. Ahmet çalmış da olabilir, ama kötü bir şey yapacağından değil, şaka yapmış olabilir, belki o yapmadı, bilmiyorum. Babaannen iki gece kapı çalınınca, üçüncü gece yatağa girmemiş, tabancasını doldurup, takmış beline. Alt katta beklemiş, uyumamış. Eğer kapı çalınırsa, açacak kapıyı vuracak adamı... Neyse, beklemiş beklemiş gelen giden yok. Sonra yatmış. Ertesi gün yine beklemeye niyetlenmiş. Ama her gün her gün beklemesine imkan yok. Sonra aklına gelmiş, aramış polisi. Demiş ki, "yavrum, ben İzzet Bey'in evinden arıyorum, oradaki abakayım (büyük nine). Gece biri geliyor, kapımı vuriyor. Ben şimdi onu bekliyorum, gelirse furacağum oni, haberiniz olsun." Polis de demiş ki, "teyze sen kapıyı kilitle, yukarda yat, eğer kapı çalarsa bizi ara, biz gelip furacağuz oni, sen hiç sıkma canını..."

Yıllar geçti, babaaannen İstanbul'da Aksaray'daki 3 numarada kalıyor. Bir gün Ahmet gelmiş İstanbul'a. O sırada misafir var herhalde, kapı aralıkmış. Ahmet seslenmiş: "Abakaaa, cireyum mi, iznin var mı?". Babaannem sesinden tanımış, hemen cevabı yapıştırmış: "Gel oğlum, Berlin duvarı bile yıkıldı, gel..."