23 Mart 2012 Cuma

Japon



Sevgili İnci,

Arkadaşım S. Ericsson için Japonya’da çalışıyor. Normalde Japonya’nın IT ile ilgili dışardan pek contractor aldığını sanmıyorum. Herhalde nadir bir durum... Japonya’daki iş hayatından bahsetti, sanırım ilgini çekerdi anlattıkları...

Diyelim bir migration ya da upgrade yapılacakmış, bir dokümantasyon hazırlanıyormuş, ama öyle bir dokümantasyon ki, içindeki her şey copy-paste uygulanıyor ve migration tamamlanıyormuş. Herhangi bir adımda en ufak bir hata olursa, rollback ediyorlarmış. Bir server’da bir port değişikliği yapılacakmış, normalde bilen birinin 1-2 dakikada yapabileceği bir şey. Bir process durdurulacak, bir dosyada bir port numarası değişecek, process yeniden açılacak. Bunu 1 aydır yapamıyorlarmış, çünkü bu işi yapmak için gerekli olan doküman bir türlü tamamlanamamış. Dokümanda her şey en ince ayrıntısına kadar anlatıldığı gibi, onlarca kontrol maddesi eklenmiş...

Bunlar bana ulaşamadığımız o altın elmayı hatırlattı: Dokümantasyon ve prosedürü bir işin ayrılmaz parçası olarak görmek... Yani belirli bir kalitede doküman yoksa, aslında iş de yok. Hatta işin eylem kısmı önemli değil, ama dokümantasyon kısmı önemli. Hatta bir takım support ve operasyon insanları vakitlerinin yarısını doküman hazırlayarak geçiriyorlar, diğer yarısında da problemleri takip ediyorlar. Bir kısım daha vasıfsız insanlar bu dokümanlarda yazan şeyleri uyguluyor... IT’de insanların bazen gaza gelip yapmaya çalıştıkları şey: “yaptığını yaz, yazılanı yap”. Bu motto sanırım Japon ruhuna çok uygun. Bu insanlar hata yapmaktan çok korkuyorlar. Başka birinden duymuştum, Japonların iyi İngilizce öğrenememelerinin bir nedeni, derste doğru dürüst pratik yapamamalarıymış. Öğretmen onları konuşturmak istediğinde, kimse söz almak istemiyormuş, çünkü komik görünmek istemiyorlar. Hataya yer yok...

Arkadaşıma dedim ki: “Ya böyle yapmak güzel; doğru, hata yapmazsın, iyi olur falan da, bu çok pahalı. Bunun için headcount’umuz yok...” O da şu cevabı verdi: “evet, headcount’ları daha fazla olabilir, ama onlar bu standartta durmak için acayip çalışıyorlar...” Sonra anlattı, herkes deli gibi çalışıyormuş. Mesela saat 22:00’ye toplantı koyuyorlarmış. Saat 22:00? Hem de vendor’u falan çağırıyorlar ve herkes gidiyor. Halimize şükrettim. Şahsen dokümantasyona, süreçlere falan tapmıyorum artık. Bunların eskiden sandığım kadar önemli olmadığına inanıyorum. Gerçekten önemli iş çıktılarını belirleyip, bizi onlara ulaştıracak pratik yöntemler ve basit süreçler bence daha iyi. Mesela doğru dürüst raporlanmayan mükemmel bir süreç yerine, anında raporlanabilen basit süreçler bence daha verimli. Özellikle bizimki gibi “fuzzy” ve çok sık değişen, savrulan ortamlarda orta bir yol bulmak lazım... Bu satırları yazarken bile “mükemmel dokümanlar”ın düşüncesi beni cezbediyor. O da ayrı..

S. Japonya’daki kadın erkek ilişkilerindeki sıkıntıları, erkeklerin çok çalışmaktan ötürü, kadınların ilgisini çekebilecek diyaloglara girememelerine bağladı. Ne kadar doğru bilemiyorum. Umarım bir gün yerinde görmek nasip olur...

10 Mart 2012 Cumartesi

Korgeneral

Sevgili İnci,

Balyoz Davası sürüyor. Tam olarak ne olduğunu bilmiyorsundur sanırım. Kimsenin doğru dürüst bildiğini sanmıyorum. İddia şu: 2003 yılında 1. Ordu Komutanı olan Çetin Doğan ve diğer bazı komutanlar, bir darbe planı yapmışlar. Önce toplumu kargaşaya itecek bazı eylemler yapılacakmış, sonra yönetime el konulacakmış, vs. Bu belgeleri 2010 yılında ortaya çıkaranlar Taraf Gazetesi yazarları. Sonra savcılık generalleri tutukluyor...

Belgelerde ne olduğunu, hakikaten böyle bir şey tasarlanıp tasarlanmadığını bilmiyoruz. Türkiye'nin adaleti delil olmadan insanları yıllarca hapiste tuttuğu, hatta emniyette delil imal ettiği için; böyle planlar gerçekten tasarlanmış olsa bile, insan kuşkuyla yaklaşıyor.

Tutuklananlardan biri emekli korgeneral Ayhan Taş. Ayhan Taş, dün mahkemede kendi yazdığı şiiri okumuş:

"Sayın başkan, sayın heyet,
Var olacak sizlerle adalet,
Unutmayın bitecek bir gün bu sadaret
Doğru kararlarınızla gelecek saadet,
Dinlediniz tüm tanıkların sesini,
Dinlettiniz seminerin tüm kasedini,
Saşırmadan tanıdınız komutanların sesini.
Herkes diyor ki, bir şanlı ordu var,
Düşmanıyla harbeden.
Yok kimsenin haberi,
Düşmanımın uydurduğu darbeden.
Bu dava hukuk içinde bir cerehat,
Tüm heyetten isteğimiz asil bir beraat."

Okuyunca tuhaf oldum, biraz acıdım, biraz üzüldüm. Türkiye'de asker son elli yıldır hep haddini aştı, hep yapmaması gereken şeyler yaptı, belki memleketin iyiliğini istedi ama boyunu aşan yetkiler edinmeye alıştı. Eski durumdan, yeni duruma türbülans ve adaletsizliklerle geçiyoruz. Konu hakkında bir şey bilmiyorum, ama bu generalin hali, tavrı darbe planlamış birine hiç benzemiyor bence.

Topçu ve Füze Okulu Dönem birincisi olduğumda, bana diplomamı ve beyaz Seiko saatimi bu adam, Korgeneral Ayhan Taş vermişti.

2 Mart 2012 Cuma

Jeeves


Sevgili İnci,
Ben bu Dr. House’un kim olduğunu buldum. Bu bizim Jeeves’teki çocuk...
90’lı yılların başı, lisedeyim. O zaman televizyon izliyoruz ailecek. Televizyonda o dizinin saati geldiğinde hararetle geliyorum salona ve herkese “şşştt, pışşt” yapıyorum. Çünkü Jeeves başlıyor!
Bu dizinin Türkçe adı: "Sevgili Uşağım" idi, ama ben "Jeeves" derdim. O zamanlar ablamlarım, “hay Allah, yine mi bu” dediklerini hatırlıyorum, ama onlar da seyrediyorlardı, güzeldi çünkü. Nesinin güzel olduğunu sorsan şu an çok da iyi hatırlamıyorum. Ama güzeldi işte, sıradan görüntüsünün altında bir farklılığı vardı bence. O gün facebook diye bir şey olsa, gururla “like” edeceğim bir şeydi. Müziği çok güzeldi bir kere, müziğini yıllar boyu unutmadım, şu an bile ıslıkla çalabilirim. Dizinin gayet basit bir arkaplanı vardı. Wooster denen genç (Dr. House) aristokrat, babadan zengin, aylak, şapşal, iyi niyetli ve kibar bir İngiliz. Jeeves de onun uşağı. Uşak da çok nazik, ama acayip kurnaz ve piç bir adam. Her seferinde Wooster başını belaya sokar, Jeeves de onu kurtarırdı.
İnternette sorgulayınca, gördüm ki aslında Jeeves and Wooster gayet fenomen bir şeymiş. Doğallıkla seven sadece ben değilmişim, hayranı çokmuş. Sanırım o sıralar İngilizler güzel sit-com’lar yapıyorlardı, “Emret Bakanım” da  o döneme aittir herhalde... Google’da Jeeves and Wooster deyince 850.000 sonuç geliyor, wikipedia’da diziden ve karakterlerden sayfalarca bahsediliyor.
Parantez: { O dönemin şimdiden bence en belirgin farkı şuydu: her ne olursa olsun, dünyanın neresindeydik bilmiyorduk. Jeeves güzel, ama Jeeves gibi başka bir şey var mı? İnsanlar ne seviyor dünyada? Bunları bilmiyorduk, bilmek için sözlü ve yazılı bir kaynağımız da yoktu. “Ne önemi var?” denilebilir, ama sanırım bu çok mühim bir şey, yani dünyanın neresinde olduğumuzu bilmek.. Biz ilkokulda Türklerin tarih öncesinde Orta Asya’dan çıkıp, tüm dünyaya medeniyet götürdüklerini okumuştuk. Hala okutuluyorsa, bu yine dünyanın neresinde olduğumuzu bilmemekle ilgili. Şimdi bunları yutturmak biraz daha zor. “Batının ahlaksızlığı”, “Türklerin hoşgörüsü”, “İslam medeniyeti” ya da "Zülfü Livaneli'nin sanatı" gibi şeyleri yutturmak daha zor. Kocaman bir dünyanın parçasıyız, dünyanın geri kalanından daha olumsuz ve daha olumlu yönlerimizle... Daha ileri ve daha geri yönlerimizle...
Tüm dünyayı görebilmek, hissedebilmek mutluluk veriyor. Bu duyguyu eskiden genellikle tarih çalışarak gidermek isterdim. Dünya tarihini bilirsem, dünyayı bütün olarak anlayabileceğimi düşünürdüm. Bu yanlış değil, tarih çok önemli. Ama varolan durum, şu an yaşayan diğer insanlar, başka ülkelerde şu an süren yaşamlar, tarihten daha önemli. Bu bence senin bana açıkça söylemediğin, ama öğrettiğin şeylerden biri oldu. }
Jeeves’teki çocuk (Wooster) büyüdü tabii, sarsak oğlanın tekiydi, şimdi Dr. House olmuş. Jeeves ise daha tanınmış bir oyuncuydu, onu başka filmlerde de gördük: Oscar Wilde, V for Vendetta...