19 Nisan 2013 Cuma

Joburg Havadisleri

Sevgili İnci,


Johannesburg maalesef “crime and disorder” belgeselindeki gibi bir yer. Bunun şokunu halen atlatabilmiş değilim. Burada bazı insanların acayip parası, lüks arabaları, havuzlu evleri falan var. Ama sokakta yürümek diye bir şey yok. Şehir ulaşımın arabayla sağlandığı güvenli modüllerden ibaret. Bunların dışındaki yerler “crime and disorder” şeklinde. Apartheid, Afrikaan dilinde “ayrı olmak, ayrı durmak” anlamına geliyor. Güney Afrika’da artık ırk ayrımı yok, ama Apartheid sözlük anlamında devam ediyor.

Biraz tarihsel bilgi vermek istiyorum, bunlar zaten bildiğin şeylerse kusura bakma. Afrika’nın (Etiyopya dışında) tamamı belirli bir tarih aralığında sömürge olmuş. Kenya, Senegal gibi bölgelerde emperyalistler ciddi varlık yaratmışlar, düzen kurmuşlar, binalar yapmışlar. Ancak Angola, Nijerya gibi çoğu yerde fazla bir şey de bırakmamışlar. Afrika’nın kolonize edilen (beyaz adamın yerleştiği) sadece iki bölgesi var: Güney Afrika ve Cezayir. Cezayir’i Fransızlar, Fransa’nın uzantısı olarak kolonize etmek istemişler, 19. Yüzyılda bir ara, Cezayir’deki Fransızların sayısı sanırım 50 bine kadar çıktı. Ancak bu insanların çoğu geri döndü. Güney Afrika’nın kolonizasyonuna 18. Yüzyılda Hollandalılar başladı. İlk yerleşilen yer de Cape Town bölgesi. O tarihlerde Cape Town bölgesinde yerel nüfus kalabalık değildi. Ilıman iklim, verimli toprak, seyrek yerli nüfus nedeniyle Cape bölgesi beyazlar için Afrika’da yaşanacak en ideal yermiş bence. Buradaki Hollandalılara “Boer” diyorlar, konuştukları dil de Afrikaan, günümüz Dutch’dan biraz daha farklı herhalde. Ama konuşulduğunda, Dutch gibi duyuluyor. Neyse, Hollandalılardan sonra (tam tarihi hatırlamıyorum) İngilizler geliyor ve askeri güçleriyle koloniye hakim oluyorlar. İngiltere’den de göç yaşanıyor. 19. Yüzyılda Güney Afrika hep İngiliz kolonisi olarak kalıyor, ama Boerlerle İngilizler arasında sonu gelmeyen çatışmalar oluyor. Boer’ler İngiliz hakimiyetini istemiyorlar, hatta bir ara Güney Afrika’nın ortasında “Orange Free State” (OFC) diye bağımsız bir ülke kuruyorlar. Yine 19. Yüzyılda, Güney Afrika’nın doğusunda Zulu kabilesi, diğer yerlilere hakimiyet kuruyor, aralarında çok kanlı savaşlar oluyor. Zulular Boerlerle de savaşıyor, ama tüfek ve mızrağın savaşında sonuç belli.

1948 yılında, bir seçim yapılıyor ve Boerlerin partisi “Apartheid” politikasının uygulanmasını istiyorlar. İngilizlerin de yarısı bunu destekliyor. O tarihten sonra beyazlar bir bütün olarak hareket ediyorlar. Siyahlara iki sınıf insan, “insan – hayvan arası” muamelesi yapıyorlar. Sonra, adını bilemedim şimdi, Boer bir başbakan siyahlarla masaya oturup Aparteid’den vazgeçiyor, eşit seçim yapılıyor, 90’lı yıllarda Mandela başbakan oluyor. Bugüne kadar da yönetimde siyahlar var. Hatırlarsın, NewYorker’da okumuştuk, şu anki cumhurbaşkanları Zuma tecavüzden hüküm giymiş bir adam. Yönetim corrupt ve yeteneksiz. Ayrıca derisi azcık açık renkli ya da melez birinin yönetimde hiçbir şansı yok. Nüfusun şu an sanırım 5 milyonu beyaz, 5 milyonu da melez. Kalan 40 milyonu da siyah. Apartheid bittikten sonra yüzbinlerce beyaz Avrupa’ya ya da başka ülkelere göç etmiş.

Johannesburg (Joburg) buranın en büyük ve en kalabalık şehri. Fotoğraflardan görmüşsündür, şehir çok yeşil. Çok güzel bitkiler, ağaçlar var. Yüksek bina çok az ve yerleşimler arasında boşluklar var. Bu yüzden çok geniş alana yayılan bir yer. Biz çok yoğun çalıştık, bu yüzden doğru dürüst bir yere gitme imkanımız olmadı. Ancak burada zaten bir yere sadece araçla gidebiliyorsun. Ve araçla gidilemeyecek yerler de var. Ben bir iki defa yakındaki bazı yerlere yürüdüm. Bunu söylediğimde Güney Afrika’lılar “yürüme” dediler ve hemen eklediler “gece hiç yürüme”. Bizim olduğumuz yer şehrin en zengin, en havalı yeri. Otelin altında Ferrari (ya da öyle bir şeyin) mağazası var. Sokakta yürürken alakasız yerlerde polis, güvenlik birimi gördüm. Öyle, amaçsız dikiliyorlar. Belli ki polis özellikle bu semtte olay olmasını istemiyor. Alışveriş merkezi tarzı yerler var. İçlerinde beyazlar ve süslü siyahlar geziyor. Kafes hayatı. Kamu alanı kamuya açık değil. Güvenli olan yerler yüksek duvarlarla çevrilmiş, duvarın üzerinde elektrikli tel var, tele 10.000 volt elektrik vermişler. Tabelalar var, “burası şu şirket tarafından korunmaktadır, rahatsız ederseniz, silahla cevap veririz”. Bu tabelalar her yerde. Belgeseli izlediysen görmüşsündür, şehir çetelere teslim olmuş durumda; güvenlik şirketleri silah taşıyor, adam öldürüyor, polis bunları seyrediyor. Bir noktadan sonra güvenlik şirketleri suçu beslerse hiç şaşırmam. Belki çoktan öyledir...

Bu insanların sorunu parasızlık, işsizlik, gelir dağılımındaki uçurum, vs. Yönetim de bunları çözmekten aciz. Gazetede okudum, sağlık bakanı ülkenin sağlık sorunları için yine apartheid’i suçlamış. E baba neredeyse 20 yıl oldu, daha ne kadar suçlayacaksın? Gazete de (beyaz gazetesi) bakanla dalga geçiyordu.

Burada çalışan Türk arkadaşlar da kafes hayatı yaşıyorlar. Mecburen bir araç kiralamışlar, onunla sağa sola gidiyorlar. Haftasonu gezebilecekleri bir ortam yok, çünkü nereye gitseler “bu adamlar bizi soyar mı, öldürür mü” gibi bir endişe var.

Gördüğüm şirket ortamlarında siyah orta seviye yönetici bir tane gördüm. Ancak çalışanlar arasında siyahlar – beyaz yarı yarıya gibi geldi bana. Öte yandan temizlik, güvenlik gibi işlerde çalışan herkes siyah. Gazetede okudum, Güney Afrika şirketlerinde siyah CEO oranı %12 imiş. Bir hükümet yetkilisi bundan şikayet ediyor, ama bu şikayet pek çok nedenle anlamsız. Salaklar, bundan şikayet edeceğinize, iş alanları yaratın, projeler yapın, insanları eğitin. Alistair diye adamla muhabbet ettim, burada hayat zor değil mi, çocuklar ne yapıyor diye sordum. “Çocuklar Cape Town yakınlarında küçük bir kasabada, orada iyi bir okul var, orası güvenli” dedi. Joburg çocuklar için iyi bir yer değil. Televizyon kanallarında siyah ve beyazlar bir arada, burjuvazinin ortak değerlerine sahip çıkarken gösteriliyor. Irk ayrımı yok artık, evet.

Siyah erkeklerin çoğunun ve bazı siyah kadınların saçları kazılı. Çünkü saçları incecik ve kıvır kıvır. Tam bonus kafa. Bazı kadınlar inanılmaz özenerek, o saçları tek tek örüyorlar. Bazı süslü kadınlar düz saç peruk takıyor. Dün bir hapishanede mahkumları zorla saçlarını kesmişler, isyan çıkmış. Gazetede okudum. Kesmek istiyorlar, çünkü adamlar saçlarının içinde uyuşturucu ve silah saklama ihtimali varmış. İsyan edenler de belirli bir kabileye mensup, onlarda saçın kesilmesi günahmış. Zenciler ne kadar aynı elbiseyi, aynı ayakkabıyı giyerse giysin, bence doğal nedenlerle bir “gerilik”, bir “inferiority” hissediyorlar. Tam değiller. Bende de bu önyargı var, onlara karşı fazladan bir merhamet ve sempati hissediyorum. Bu sanırım doğal bir şey, bunun aşılması için zamana ihtiyaç var.

Anlatacak başka şeyler de var, ama şimdilik bu kadar...


17 Nisan 2013 Çarşamba

İnsanlar

Sevgili İnci,

S. gümüş bir künye takıyor. Üzerinde "S." yazıyor. Bunlar sanırım  80'li yıllarda (kızlar isim kolyeleri takmadan çok önce) oldukça modaydı. Hatta künyede iki ad yazdığı da olurdu, "Ahmet Uygar" gibi. Babam ya da annem bana bunlardan almayı teklif etmişti. Yani "arkadaşlarının hepsinde var, bizim çocuğun da canı çeker" mertebesine kadar yükselmiş bir nesneydi. Bunu düşündüğümü, ama sonuçta istemediğimi hatırlıyorum. Künye insanın biraz kendini sevmesi ile ilgili bence, ben çocukken de sevmezdim kendimi. Peki S. bunu neden hala takıyor, aslında soru bu? Düşündüm, acaba "babasının aldığı bir şeydi de, babası vefat edince hep taktı, olayın üzerinde 48 tane moda çağı kapansa da takmaya devam etti" mi diye? Sordum "baban sağ mı" dedim, "evet" dedi. Öyle değilmiş.

B.'nin yüzü bir Ermeni yüzü, ama o Ermeni olduğunu bilmiyor, bilmediği o kadar çok şey var ki... Benim ona öğrettiğim tek bir şey oldu, o da Güney Afrika'nın üç tane başkenti olduğu. Kendinden bahsetmeyi müthiş seviyor, ama benim çok dinleme imkanım olmadı. Rahatsız olduğum için değil, denk gelmedi. Topuklu ayakkabısının altında fiyat etiketi var. 

Ş. bir gün kravat taktı. O taktığı kravatla gömlek düğmesi arasında bir parmak boşluk vardı. Bu bence çok sakil bir şey. Söylemeyi düşündüm, ama sonra vazgeçtim, neden bilmiyorum? Bu çocuğun rahatsız edici özellikleri arasında dünya ile ilgilenmeyip dakikalarca ergenler kadar hızlı SMS yazması, boynundan ve sırtından kıl fışkırması ve üç kuruşluk hesabı tam ortadan ikiye bölme çabası sayılabilir. Bu çocuğun kesinlikle iyi özellikleri de var, ama ben iyi günümde değilim, o yüzden üzerinde durmayacağım.

M. bir Fransız. Bu adam milyarlarca dolar cirosu olan bir şirketin CFO'su. İş yemeğinde adamın kılığı bi tuhaftı. Yine 80'li yıllarda moda olan bol merserize kazaklar vardı ya, ondan giymiş. Bisiklet yaka. Desenini tarif edebilir miyim bilmiyorum, bir biriyle sarmal olan üç kabarık şerit kazağın boyunca devam ediyor. Şeritler yan yana. Kazak tek renk olduğu için desen çok belli değil. İşte adam bu merserize kazağın mor renkli olanını giymiş. Kazağın üstüne de bir ceket giymiş. Ceket gri, üzerinde ince beyaz çizgileri olan bildiğin kasaba/kahvehane ceketi. Merserize kazağın kolları ceketten fırlamış. Hava da gayet sıcak ha, ben tişörtle oturuyorum. İnsanların dış görüntülerine bu kadar takılmış olmamı yadırgayabilirsin. Yani normalde hiç takılmam, biliyorsun. Ama bugün dış görünüşe takılma günümdeyim. Adam önce şaraplar, sonra billing sistemleri üzerinde ahkam kesti. Fransız şivesi ile konuşulan İngilizcenin iticiliğini de üzerine ekle.

Gayet lüks bir yerde yemekteyiz. Yanımda oturan adam E.'ydi. E'nin tabağına bir et geldi. Etin genişliği benim iki elim kadardı. Etin kalınlığı iki parmak kadardı. 500 gram etmiş bu. Daha önce görmemiştim açıkçası. Dışı kebap gibi kızarmış, içini açınca et pespembe çıktı. Tabağa ilk geldiğinde E. yerinde değildi. Ben de çevreye dedim ki, "bu kadar eti ben bir haftada yemem". Sonra adam geldi pembe etin yarısını yedi, yarısı da çöpe gitti. Utanç ve iğrenme hissettim. O akşam bir salata yedim ve şarap içtim; zaten saat 21'i geçmişti, yemek için çok geç bir saatti.

500 gram et olayını sonra Naci'ye anlattım. Naci bana "hiç değişmemişsin" dedi. Naci'yi gördüğüme çok sevindim, mutlu oldum.